Bit / Öykü 1950

SULTANDAĞI Akşehir Halkevi Dergisi

Sahibi: Dr. Oğuz Uşaklıgil Yayıncı: Halkevi Yayın Bürosu Basım yeri: Akşehir

Muammer Karabağlı adıyla, Sultan Dağı Dergisi’nde yazı işleri görevi üstlenmiş, aynı zamanda şiir ve yazıları yayınlanmıştır.

Dergi 4. sayısından itibaren yayınlanmamıştır.

Muammer Karabağlı adıyla Sultandağı 1950 / 2 

Bit                                                                     

– Ahacık şurası..     

Hangi köylüye sorarsanız sorun; uzak yakın sualinize bundan gayri cevap alamayacağınıza yemin ederim.

– Bir sigara içimi…

– Bir kurşun atımı…                   

O, böyle tarif eder. Dağ aşacak, ova geçecek; yolunuz bir öküz arabasında kâh düze, kâh bayıra düşecek. Soracaksınız:

– Ağa daha ne kadar sürer?

Susmadı ise yahut kafa sallayıp ta geçmediyse, her defasında aynı cevabı verecek:

– Ahacık, şurası…

Gün ağardı ise sabah, güneş tepeye çıktıysa öğle, hava karardı ise akşamdır.

Gün üç öğün; peki, bir öğün kaç saattir? Öğünü geçtik, günün kaç saat olduğunu soralım. Kaç köylü, «köroğlu», «ayvaz», «kız-kızan», «uşak», «bacı» bunun doğru dürüst cevabını verebilecek?

Ben sordum. Arabamız, tren hattından aşağı, tozlu bir yoldan kasabaya iniyordu.

– Saat nerelerde acaba?

Arabacımın, hiç beklemediği cevabı karşısında şaşalamıştım.  O kirin meşine döndürdüğü bez kılıfından, parmaklarının gücünün tarttığı iri bir saati çıkararak:

– Benim sehet bozuk, şeherde tamir ettirecem dedi.

Eski, markasını işitip te bir türlü göremediğim tipik bir saat karşısında bulunuyordum. Saat kurcalama merakım, hadi hastalık diyelim buna, tazelenmişti. Arzumu yenemedim:

– Ver hele şunu, bir bakayım…

Atların dizginlerini bırakmaksızın döndü. Övendireye benzeyen uçları sivri, boğum boğum parmaklarını bana doğru uzattı. Ben kâtip harcı kalem parmaklarıma iri, ağır saati sıkıştırdım. Saat kılıfından çıkmış,  uzun ve boncuklu kösteğinden kurtulmuştu. Çevrem (mendil), ucu sivri çakım, hepsinin üstünde merakım, can sıkıntım… Her şey tamam. Harun Reşit’in hayret parmağını ağzında bırakan «gâvur icadı»,  köylü cebinde antikalığını inkâr etmiş SERGİSOF saat, bana işten anlar bir saat tamircisinin elinde imiş gibi tam bir itaat gösteriyordu.

– Beyim, senin sehetçiliğin de varmış…

«Gümüş lirayı ver, bakkaldan bozdursun gelsin.» Bir halk adamının, nüktedan bir şoförün biti böyle tasvir eğlediğini hatırlıyorum. Tıpa tıp, onun gibi. Bir afişe çivileseniz resimden fark edilmez.  Koskocaman iri bir bit!

Gülmekten katılacaktım. Bu saat bir duvar saati gibi ardından kuruluyordu. Hem de sahibinin cebinde taşıyacağı bir anahtarla… Saatin kurulduğu anahtar deliği aklıma gelmeseydi, bunun buraya nasıl girip, çarkın arasına sıkıştığına akıl erdiremeyecektim.

—Hasan ağa, dedim, arabayı azıcık eğle hele…

Atların dizginlerini kısıp arabayı durdurdu. Yönünü dönünce yüz yüze geldik. Güldüm. Güldüğümden bir şey anlamadı. Tuhaf tuhaf yüzüme baktı. Gülmeye devam ettim. Bu sefer kızar gibi oldu. Saati işaret ediyordum. Gözlerinde, donuk bakışlı insanların aptallığı okunuyordu:

– Bozuk dedik ya…

– Neresi bozuk dedim, gel de bak.

Bıçağın sivri ucu ile saatin çarkını gösterdim.

– İyice bak, bu ne?

Önce bir şey göremedi. Sonra gördüğünden bir şey anlaması için bir hayli zaman geçti. Konuşması için bir o kadar zaman daha…

 Bıçağı kirli sarı renkli cisme temas ettirince; bit, kımıldanmaya çalıştı. Ağanın yüzünde utanmanın, mahcubiyetin ifadesini nafile aradım. Çehresinde, hayretin faltaşı gibi açtığı bir çift patlak göz ve sert, gerilmiş bir çift keskin hat vardı.

-Bak hele, buraya değin nasıl da sokulmuş…

Bıçağın ucu ile biti çarkın arasından çekip çıkarınca, çark hareket etmeğe başladı. Artık saat çalışıyordu.