Güvercinler / Öykü 1974

Muammer YÜZBAŞIOĞLU                                                                                                  Varlık Yıllığı, 1974

GÜVERCİNLER

Kıyıda çini mavisi, bir dizi «gökdelen». Gökdelenler, kat üstüne kat. Kibrit kutularıyla evcik oyunu. Ev, ev üstünde. Çatılarında radyo, televizyon antenleri. Çatılar, sırık sırık fasulye tarlası. Karanlıkta kırmızı lamba yanar çatıların üstünde, uçak çarpmasın diye.

Arkada üç katlı, ak boyalı, kırmızı kiremitli evler.

Gökdelenler, evler, bahçe bahçe. Bahçeler yemyeşil çimen. Çimenlerde fıskiyeler, çamlar, salkım söğütler…

Sonra, banliyö trenlerinin pilli birer oyuncak gibi vızır vızır işlediği demir yolu… Bir de uçaklar gökyüzünde. Yeşilköy’e inen, Yeşilköy’den kalkan. Göğü bir uçtan ötekine bir çarşaf gibi yırtan gürültüleri…

Öğretmen Ekrem Bey gökdelenlerin arasından görür denizi. Kalın bir çizgi gibi. Bu çizgi renkten renge girer, havasına, mevsimine göre.  Siyahtan kül rengine; lacivert, mavi, yeşil… Deniz bu kadarı ile bir şey söylemez Ekrem Bey’e. Deniz dediğin kesilmeye, kuşatılmaya gelmez. Sonsuzluğun simgesidir o. Göz alabildiğine görmeli insan. Bu dev yapılara kızar, «göğe merdiven kuracak sanki mübarekler…» diye söylenirdi.

Tren gürültülerine alıştırmıştı kendini. “Kimi zaman asker trenleri geçiyordu. Askere yeni alınmış gençler birliklerine gönderiliyorlardı. Vagonların pencerelerinden ıslıklar, türküler, el sallamalar mendiller… Haftanın bir-iki günü de işçi trenleri kalkıyordu Sirkeci’den. Almanya’ya katar katar işçi taşıyan trenler. Pencereler yine tıklım tıklım. Mendiller, el sallamalar yine. Ama ıslık çalan, bağıran, türkü söyleyen yok bu trenlerde. Kadın erkek, çoluk çocuk, tüm yolcular suskun… Ekrem Bey’in yüreği kaldırmıyor bu trenleri. Gözleri bulanık görmeye başlıyor, pirinç çerçeveli gözlüğünün camları nemleniyordu.

Uçak homurtuları alışılır gibi değildi. Kalkışta bir uçurtma gibi, sessiz yükseliyorlardı. Yaklaştılar da arkalarındaki dumandan iz kalınlaşmaya, iyice görülmeye başladı mı, homurtuları arttıkça artıyor, evlerin camlarını sarsıyordu. Çevrenin kuşları suspus oluyorlardı böyle zamanlarda. Korkudan nereye uçtuklarını, neye konacaklarını bilemiyorlardı. Ekrem Bey, kuşları, özellikle güvercinleri çok sever, onların bu telaşlarına çok acırdı.

Banka kredisiyle aldıkları bu daireye taşındıklarının ikinci haftasıydı. Bir gece, yatmadan önce, balkon penceresine sofra artığı ekmek ufakları koymuştu. O sabah erken uyandı. Perdelerin arkasında güvercinlerin gelmesini bekliyordu.  Önce bir iri güvercin evin önündeki boşlukta süzüldü. Birkaç kez daldı çıktı boşluğa, geldi, balkon demirine kondu. Koyu gri tüyleri, göğsüne doğru yeşile çalıyor, göğüste yosun rengini alıyordu. Ayakları, gagası, göz kenarı kıpkırmızıydı. Gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönüyor, başını çevik hareketlerle oynatıyor, ürkek ürkek bakınıyordu. Ekrem Bey, biraz uzaklaştı perdenin arkasından. Güvercin de yüreklendi. Balkon demirinden pencere kenarına sıçradı, kırıntıları gagalamaya başladı. İri güvercinin ardından başkaları geldi. Onun kadar irisi yoktu içlerinde.

Gelenlerden hoşlanmamıştı. Yemini bıraktı, saldırdı üstlerine. Kanatlarını, gagasını, tırnaklarını kullanıyor, kaçırmaya çalışıyordu. Ufaklar, bir süre karşı koymak istediler bu saldırıya. Güçleri yetmedi, çekilip gittiler sonunda. Ekrem Bey kızmıştı iri güvercine. Gözleri büyümüş, yüzünün rengi atıvermişti. Onu kovalardı ya, ötekilerin de kaçmasından korkmuştu. Kuşlar öyledir, bir ocurlarsa, kolaylıkla gelmezler bir daha.

Ertesi sabah da aynı şey oldu. İri güvercin kimseyi yaklaştırmadı yanına. Yemi kursağına indirmeye başladı. Acelesiz, kasıntılı. Ötekiler de bir konuyor, bir kalkıyorlardı. Bir zorbalık, bir haksızlıktı bu düpedüz. İri güvercin güçsüzleri eziyordu. Ekrem Bey, her şeyi göze aldı. İsterse ocusunlar, bir daha gelmesinlerdi. Bu zorbayı kovalayacaktı. «Kış» dedi güvercin irisine, «Haydut, seni…» Dedi ya, bu kez tümünü de kaçırdı güvercinlerin.

Üzüldü şimdi de. Ne yapmalıydı? Öyle bir şey ki irisi de, ufağı da doymalıydı kuşların. Elinden gelmeliydi bu. Dışarda altta kalanın canı çıksındı. Kendi evinde, evinin balkonunda, penceresinde! Hayır, buna izin veremezdi.

Peki, nasıl?…

O gün okula giderken trende hep bir çözüm yolu düşündü. Dalgındı zaten. Bugün büsbütün. Yol arkadaşlarından görmedikleri oldu. Gülenler çıktı içlerinden.

Ekrem Bey, gösterişli bir adamdı. Esmer, kıvırcık saçlı. O gün evine bu düşüncenin ağırlığından kurtulmuş olarak döndü. Bulmuştu çözüm yolunu: Kırıntıların yarısını da yatak odasının penceresine koyacaktı. İşte, güçsüzleri ezilmekten kurtarmanın çaresi!

Yaşından genç gösterirdi Ekrem Bey. Görünüşüne bakmayın. İçi boşalmış bir büyük çınar gibidir aslında. Merdiven çıkamaz, kesiliverir ilk basamaklarında. Yola dayanamaz. Kolay değil, meslek yaşı otuzu çoktan aştı. Okulla istasyon arasını çabuk yürüdü bu kez, trende ayakta kaldığı halde yorulmadı, evle istasyon arası da uzamadı pek. Daireleri beşinci katta. Tam altmış iki basamaklı merdivenler. Şu merdivenler olmasaydı… Ömrünün törpüsü. «Karı»sı yok muydu ya… Başında tepinenler istemezmiş, kimse kapısının önünden inip çıkmamalıymış… Ekrem Bey’i düşünen kim?.. Aklına gökdelenler takılırdı böyle zamanlarda, asansörlüydü onlar. Düğmeye bastın mı, tamam, kapının önündesin.

Gece, yatmadan önce, yatak odasının da penceresine ekmek kırıntıları koydu. Eşi zorluk çıkarmıştı önce. Hatice Hanım da genç gösteren yaşlılardandı. Esmer, uzun boylu, sırım gibi bir kadın. Konuşkan.

Eğlenmeyi, ev gezmelerini, iskambil oyunlarının tümünü severdi. Şu sıra pek yalnız buluyordu kendini. Çocukları büyümüş, okumuş, askerliklerini yapmış, evlenmişlerdi. Onlar çekilince, İbiş ile Dudu örneği, yapayalnız kalıvermişlerdi. Konu komşusu da yoktu şimdilik. Nerde Fatih’teki evleri… Orada aileler birbirini arar sorar, günlere gidilirdi. Komşuluk denen bir şey vardı orada. Daha kapılarını bile çalan olmamıştı. Yeni bir komşu mu, «hoşgeldin»e gitmeli, bir ihtiyacı var mı, yok mu diye sorulmalıydı hatta. Kocası, dersi olduğu günler, sabah çıkıyor, akşam dönüyordu eve. Gündüzleri vakti bir türlü geçiremeyen Hatice Hanım, bu yüzden sabahları geç kalkıyordu.

Eşinin gönlünü yapmakta epey güçlük çekmişti. Başucunda güvercin gürültüsü, gurultusu istemiyordu. Sabahın köründe uyanamazdı. Evde daha çok karısının sözü dinlenirdi. Ekrem Bey, aylığının tümünü karısına verir, ondan alacağı cep harçlığıyla yetinirdi. Evin bu kuralını ağzından kaçırıvermişti bir gün. Arkadaşlarının dilinden düşmedi. Alıştı, hem de hoşlanır oldu bu şakalardan zamanla. dan zamanla.

Karısı direniyordu. Olmaz da olamaz. Ekrem Bey’in gözleri irileşmeye, yüzünün rengi kaçmaya başlamıştı. Hatice Hanım kocasını iyi tanırdı. Bir yere kadar söz geçirebilirdi. O yere gelindi mi, durmalıydı, dediğini yapar, hem de ağzına geleni söylerdi. O yere gelindiğini anladı, sustu.

İkisi de bir gürültüyle uyandılar. Ortalık henüz aydınlanmıştı. Güvercinler, yatak odasının penceresine doluşmuştu. Ekmek kırıntılarını atıştırıyorlardı.

Ekrem Bey yatağından sıyrıldı, perdeye yaklaştı. Üç beyaz güvercin, incecik boyunlarını indirip kaldırarak yemi tüketmeye bakıyorlardı. İri’leri yoktu içlerinde bu kez.

Salon kapısına koştu, oradan balkon penceresine yaklaştı adım adım. İşte, oradaydı! Tek başına, kurumlu. Kırıntıları acelesiz gagalıyor, arada bir iki yanına bakınıyor, kasılıyordu.

Olsundu, böylesi de iyiydi. Güçsüzleri ezilmekten, horlanmaktan kurtarmıştı ya!..

«Hatçe» diye seslendi karısına usuldan, «gel hele, bak.»

Gözleri cıvıl cıvıldı Ekrem Bey’in.