Düş / Öykü 1978

                                                        

Düş Muammer Yüzbaşıoğlu Varlık 1978, Sayı 847

Yeni taşındığımız evde kitaplığımı yerleştiriyordum. Sandık boşalmış, tozunu aldığım kitaplar raflara dizilmişti. İlkokuldan kalma kitaplığımın bir gözüne kaldırabilirdim artık. Lise son sınıfa geçinceye değin el sürmediğim, birilerine vermeğe atmağa da kıyamadığım kitapları karıştırmağa başladım…

                                                                             *

O günkü ders konusunu bizim küme işleyecekti. Kümenin sözcüsüydüm. Dersten önce konunun planını çıkaracaktık. Tahtaya geçtim. Okulda bir bizim tahta yeşildi. Öğretmenimiz siyahı sevmezdi. Elimde renkli tebeşirler. Birini bırakıyor, ötekiyle yazıyordum. Ders zili çaldıı çalacak. Sınıf hop kalkıyor, hop oturuyor… Planı tam bitirmek üzereyim.

«Taaak!..»

Sert bir şey omzumu sıyırarak tahtaya çarpmış, ayaklarımın ucuna düşmüştü. Kızmış, bana atılan topacı ben de, arkama bakmaksızın, başımın üstünden arkalara savuruvermiştim.

«Başııım!»

Gürültü patırtı, şırp diye kesilivermişti.

«Kim o bağıran?»

Planı çıkarmışım. Yerime oturacağım.. Oturamıyorum. Öğretmen kapıda!

«Kim o bağıran?»

Arka sıralardan, hep kendisiyle konuşmak istediğim bir kız:

«Benim, öğretmenim!» demişti ağlayaraktan.

Onu görünce korkumu unutmuş, üzülmüş, utanmıştım…

Birkaç gün önce komşu okulda «taş savaşı» yapmıştık. O okulun binası bizimkinden büyüktü. Bahçesi de. Bir öğrencisinin başı yarılmıştı. Şimdi de…

Öğretmenimiz Nebahat Hanım olanı öğrenmiş, beni yanına çağırmıştı. Azarlamakla yetinmemiş, bir de tokat atmıştı. Suratıma inen bir el değil de kızgın demirdi sanki. Gık bile dememiştim ama, gözyaşlarımı da tutamamıştım…

                                                                              *

O gece bir düş görmüştüm. Kayalarla, ağaçlarla çevrili bir alandayım. Adım başı çadır. Çadırlarm en büyüğü, en süslüsü benim. Burası bir Kızılderili köyü. Ve ben «Kartalpençe, Büyük Reis!» çadırımın önüne dikilmişim. Döğmeli kollarım göğsümde. Kanat tüylerinden yapılmış, bir büyük yelpaze gibi açılmış başlığımın altından kaskatı bakıyorum. Beyaz çizgilerle boyanmış alnımda, yüzümde en küçük bir kıpırdama yok. Karşımdaki bir kadın. Tutsağım! Giysisi yırtılmış. Orasından burasından sarkıyor. Mavi bir önlük bu! İçinden siyah balıkçı kazağı görünüyor. Boynu incecik, bembeyaz. Başak sarısı, dalgalı saçları karmakarışık. Yüzü, omzunun biri kanamış. Bir elinde kırılmış gözlüğü. Elleri tir tir… Yanında mızraklı, kalkanlı savaşçılarım.

«Kimsin?»

Korkudan dili tutulmuş. Bir şeyler kekeliyor, konuşamıyor.

Daha sert bir sesle yineliyorum sorumu.

«Kimsin?»

Korku, yılgı dolu gözlerini gözlerime dikiyor. Dudakları kıpırdıyor, ses çıkmıyor.

Sağ elimi ileri uzatıyorum. Acımaksızın.

«Söyletin!»

İki savaşçım kadının üstüne atılıyor. Ellerini arkasına yeniden bağlayıveriyorlar. Sürüyerek götüreceklerken:

«Durun!» diye bağırıyor. Sesinden çadırımın kıyısındaki al atım ürküyor, kulaklarını dikiyor, homurtularla eşinmeğe başlıyor… Dönüyor bana. Kırık bir sesle:

«Senin öğretmeninim ben!» diyor.

Öğretmenim… Kızılderilinin okulu, öğretmeni olur mu? Benim kitabım, doğa. Öğretmenim, kabilemin en yaşlı kişisi «Büyükayı!» Yine de bir yerlerden gözüm ısırıyor bu kadını… Saçları, yüzü, boynu… Mavi önlüğü, siyah balıkçı kazağıyla… Benim bir öğretmenim olmuş muydu sahi?…

«Daha tanıyamadın mı öğretmenini?…»

Ağladı ağlayacak. Bir yanıt bulamıyordum. Kafam karmakarışık…

Sonunda kestirip atıyorum:

«Götürün!»

Kadını sürümeğe başlıyorlar. Ağlıyor artık. Yalvarıyor…

«Nasıl tanımazsın öğretmenini?… Ben senin öğr…»

«Hayır!» diye bağırıyorum ben de ardından. «Hayır!…»

Birden bir gök gürlemesi duyuluyor. Fırtına çıkıyor. Ortalık kararıyor. Yağmur başlıyor…

                                                                              *

Ter içinde uyanmıştım. Ağzım, dudaklarım kurumuştu. Yastığım, yorganım ıslaktı. Bir süre çevreme bakınıp durmuştum. Düş gördüğümü anlayıncaya değin epey zaman geçmişti.

O gün düşümü öğretmenime anlatmağa karar verdim. Öğle paydosuydu. Yakında oturanlar, evlerine gidecek, uzaktan gelenler de öğle yemeğini okulda yiyeceklerdi. Azığını alan, öğretmenin çıkmasını beklemeden dışarı fırlamıştı. Öğretmenim, masasına yaydığı kitaplarını, kâğıtlarını topluyordu. Sınıf yarı yarıya boşalmıştı. Kalanların da çıkmasını beklemiştim. Birkaç öğrenci daha ayrılmıştı. Baktım, öğretmen de çıkmak üzere. İçimden: «Anlat, anlat!» diye dürtülüyordu. Dürtü dayanılmaz olunca, yaklaştım öğretmenime. Mavi önlüğü, siyah balıkçı kazağıyla yine güzeldi öğretmenim. Saçları, yüzü, boynu… Elleri süt gibi beyazdı, uzun tırnakları kırmızı kırmızı boyalıydı.

«Öğretmenim!» diye yaklaştım parmağımı kaldırarak. Durmuş, yüzüme ters ters bakmıştı. Dünkü kızgınlığı daha geçmemiş miydi? Anlatmasa mıydım?.. Parmak kaldırmıştım. Konuşmasam olmazdı. Asıl, susarsam kızardı. Korka korka:

«Sizi düşümde gördüm, öğretmenim!»

Azarlar gibi sormuştu:

«Ne rüyasıymış o?»

Yutkunuyordum. Gözleri kızgın kedilerinki gibi bakıyordu. Nasıl anlatırdım?…

«Anlat da neymiş, duyalım bakalım!»

O kızınca benim de kızmak geldi içimden. Büyük Reis olmak. Uzun boylu, geniş omuzlu, korkusuz Büyük Reis, Kartalpençe!

«Ağaçlarla, çalılarla çevrilmiş, kayalık bir alandaymışız…»

Düşümün sonuna gelince boyum kısalmış, omuzlarım daralmış, korkak, ilkokul beşinci sınıfta bir küçücük öğrenci oluvermiştim.

Düşümü beğeneceğini, güleceğini sanmıştım. Dün olanları böylece unutturabileceğimi… (Düşümü bu sanı ile mi anlatmıştım? Şimdi düşünüyorum da bir başka duygu olmalıydı beni dürten: O günkü tokatın acısını çıkarmak! Ben de senin canını yaktım, demek istemiştim herhalde.)

Nasıl anlattıysam, öğretmenimin o güzel yüzü kapkara, karmakarışık oluvermişti. Kulağıma yapışmış, sıkmış da sıkmıştı…

                                                                              *

Öğleden sonraki derslerde arkadaki boş sıralardan birinde oturmuştum. Akşam okuduğum Western cildini açmıştım önüme. Bir daha okumak, daha doğrusu dersini dinlemediğimi göstermek için. Okur gibi yapıyor, arada bir göz ucuyla öğretmene bakıyordum. Benimle hiç ilgilenmiyordu. Ayla da. Onlar ilgilenmedikçe ben daha da kızıyor, ne yapacağımı bilemiyordum… Büyük Reis olsam. Sen de bir elime geçsen. Kim olduğunu filan sormayacağım artık. Götürün! diyeceğim. Bir sırığa bağlatacağım seni. Altından da bir ateş…» Artık güzel de değildi. Çirkinin çirkini. Sesi de öyle. Karganınki tıpkı. Ayla ile de bundan sonra konuşmayacaktım.

                                                                               *

Paydos zili çalmıştı. Sınıftan ilk çıkan olma isteğiyle koşunca, beni durdurmuştu. «Dur, sen!» demişti. Bu kez de derslerini dinlemediğim için mi tokatlayacaktı? Korkmağa başlamıştım. Sınıf boşalınca yanına çağırmıştı. Çekin çekin yaklaşmıştım. İyice yaklaşmamı istiyordu. Daha, daha… Sandalyesinden kalkmış, beni kucakladığı gibi dizlerinin üstüne oturtuvermişti. Sıcacıktı, yumuşacıktı, mis gibi kokuyordu. Siyah balıkçı kazağının açık bıraktığı yerde boynu tık tık akıyordu..

«Dargınsın bana, değil mi?»

«…………………..»

Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

«Haklısın. Ama kavga edip duruyorsun sen de… Rüyalarında bile işin bu. Kafa kesmek, deri yüzmek, can yakmak… Kavgayı dövüşü sevmiyorum hiç. İnsan insanı sevmeli, insanlar kardeş olmalı. …»

Daha neler söylemişti o gün öğretmenim. Aradan yedi yıl geçti sayılır. Anımsayamıyorum. Sevgi, hoşgörü, kardeşlik üstüneydi öğütleri.

Konuşmasını bitirince beni öpmüş, dizlerinden indirmişti.

«Bak, ne aldım sana bugün? Öğle tatilinde.»

Çantasını açmış, içinden kurdeleyle bağlanmış bir küçük paket çıkarmıştı.

Paketi uzatmış, gözlerinin içiyle eskisi gibi tatlı tatlı gülmüştü.

«Aç, hadi!»

Sevinçle açmıştım paketi. İçinden bir kitap çıkmıştı:

KEMAN ÇALAN ÇOCUK.