Yankesici / Öykü 1976

YÜZBAŞIOĞLU, Muammer                                                             Varlık Yıllığı, 1976

YANKESİCİ

Güneş, alışılmadık ya da unutulmağa başlanan bir şeydi. Bundan olacak. Hava almağa çıkarılan yargılılardan çoğu, cezaevi avlusunun duvar diplerini seçmişlerdi. Ortalıkta dolaşanlar, kızgın beton üstünde bir aşağı, bir yukarı volta vuruyorlardı.

İki yargılı, avlunun uzakça bir köşesine çekilmişlerdi. Üç dört adam boyundaki duvarların birleştiği, nöbetçi kulübelerinden birinin bulunduğu yer. Naylon şiltelerine oturmuş, sırtlarını duvarın kesme taşlarına dayamışlardı.

Yargılılardan biri elindeki kitaba dalmış görünüyor, fakat sayfayı bir türlü çeviremiyordu. Okuduğunu anlamıyordu ki. Noktaya gelmişken başa dönüyor, tümceleri yeniden, bir daha, bir daha okuyordu. Oysa ilk sayfasındaydı romanın. Yazar, olayların geçeceği çevreyi betimliyordu. Anlaşılmayacak bir yanı yoktu. Kentin yaslandığı dağ, dağdan kopup gelen ırmak, ırmağın iki yakasına dağılmış evler, ova, tarlalar, orman ve göl.

Aklı yanında oturan yeni koğuş arkadaşına takılmıştı.

Bir deli olmasındı bu adam?..

Cebinden bir kese çıkarmıştı. Renk renk boncuklarla dolu. Bir de yarım metre kadar iplik. Toplu iğne başından büyükçe olan boncukları bu ipe geçiriyordu. Dizme işi bitince boşaltıp aynı ipe yeniden boncuk dizmeğe başlamasaydı, ilgilenmeyecekti adamla. Can sıkıntısından yapıyor, satmak için hazırlıyor belki de, deyip geçecekti. Ne ki, adam aynı işi birkaç kez yineleyince, okuduklarından bir şey anlamaz olmuştu. Önce, salt beyaz boncuklar geçirmişti ipe. Sonra beyaz-mavi, sonra mavi-beyaz, sonra mavi-kırmızı-beyaz…

İnce, uzun parmakları bir dikiş makinesinin iğnesi gibi çalışıyordu. Hızla, düzenli.

Dayanamadı.

«Sorması ayıp olmasın. Ne yapıyorsunuz siz?»

Parmakları gibi ince, uzun olan lacivert giysili adam, gözünü işinden ayırmaksızın:

 «Görüyorsunuz. Boncuk diziyorum.»

Öteki, şaşırmışlığını gizlemedi.

«İyi ama dizdiklerinizi neden bozuyorsunuz?»

Adamın bir sıra altın dişi göründü ağzında.

«Benim de sizden bir soracağım var. Ne işiniz var sizin burada?» •

«Ruhsatsız silah bulundurmaktan.»

Bu kısa boylu, şişman, yaşlı koğuş arkadaşının okumuş, insancıl biri olduğunu daha ilk görüşte kestirmişti.

Bir gülücük belirdi dudağının kıyısında.

«Silah taşıyacağa pek benzemiyorsunuz. Bir yanlışlık olmasın?»

«Öyle gibi bir şey. İzin verilmişti de ruhsat yazısını almayı unutmuştum. Baba yadigârıydı. Anı olarak saklıyordum. Aramalarda buldular evimin bir köşesinde. Toz, pas içindeydi… Ya siz?»

Adam, dizilmiş boncukları elinin bir devinimiyle iplikten boşaltarak:

«Yankesicilikten» dedi.

«Şimdi de ilk sorunuzun cevabını vereyim. Parmaklarım; sermayem, diplomam, tezgâhım, her şeyim. İdman yaptırmam gerekli onlara. Yoksa uyuşur, tembelleşirler. Kıvraklıklarını, duyarlıklarını yitirirler sonra.»

Yaşlı adam, yankesiciden hoşlanmıştı. Kitabı bir yana bıraktı.

«Biliyor musunuz »dedi. «Ben de bir kez paramı çektirdim. O zaman üniversitede okuyordum. Aksaray’daki bir öğrenci yurdunda kalırdık. Aybaşlarında evden para yollarlardı. Postaneden parayı aldım mı doğru Kumkapı’ya. Güneş batarken denize karşı balıkla kırmızı şarap içmeyi çok severdim. Oradan da ver elini Beyoğlu! İkinci Kavaklıdere’yi Çiçek Pasajı’nda haklardım. Yanımda bir iki kafa dengi arkadaşım bulunurdu. İçince dilimiz, elimiz, ayağımız çözülüverirdi. Ayıkken bir kıza iki çift söz söyleyemezdik. Beyoğlu pastanelerinin önünden geçer, geçer de içeriye girmek cesaretini bulamazdık kendimizde. Muhallebicide miyiz, elimizi nereye koyacağımızı bilemezdik. Taşra çocuklarıydık ne de olsa. Hele ilk yıllarımız İstanbul’da… Alkol bizi yüreklendirirdi. Düz duvara tırmanacak duruma gelirdik. Kızlarsa hiç de erişilmez gibi görünmezlerdi bize…

Bir gece, Beyoğlu’nda tramvayla yurda dönüyordum. Şimdi gibi aklımda. Cebimde bir kağıt iki buçuk liram kalmıştı. Sahanlıkta duruyordum. Yanımda bir yolcu daha vardı. Beyazıt’ta inecek, Gençlik Kahvesi’nde bir sade kahve içtikten sonra yurda kadar yürüyecektim. Bilirsiniz. Böyle zamanlarda kahve aranır. Hep oturduğum masa boştu. Keyifle içtim kahvemi. Parasını vereceğim. Yok. Nerde benim iki buçukluk? O cebi ara, bu cebi ara… Yok. Nasıl bozuldum. Sahanlıkta yanımda duran adamın işiydi.

Bir kızdım. Elime geçseydi o anda. Eh…»

Yankesici, altın sarısıyla güldü yine. .

«Beyim, o herif, bizim mesleğin çingene takımındanmış. Her meslekten böyleleri çıkar. Fakir kısmı çarpılmaz. Bir öğrencinin cebine el atmaması gerekirdi. Kimin ne olduğunu, nerden bilecek, diyeceksiniz. Bu meslekte ilk şart, adam sarrafı olmaktır. Şöyle bir bakınca anlayacaksın. Giyiminden, ellerinden, yüzünden, yürüyüşünden. Köylü mü, işçi mi, memur mu, para babası mı? Yankesicinin soylusu gariban takımını çarpmaz.»

Yeni bir diziye başlamıştı. Kırmızılar beyazı, beyazlar maviyi izliyordu.

«Siz belki inanmadınız ama böyle. Para babalarına acımam yoktur hiç. Dayalı döşeli mağazalarda, bürolarda soyuyorlar milleti. Bizimki yankesicilikse, onların yaptıkları da hırsızlık. İthalat, ihracat deyip soyuyorlar milleti. İmalatçısı da, toptancısı da vicdansız bunların. Kimse de yakalarına yapışmıyor. Halkı sömürüyor, kendileri de danalar gibi semiriyorlar.»

Sıcak daha da bastırmıştı. Yatmaktan, oturmaktan ayakları henüz tembelleşmemiş olan yargılılar çekilmişlerdi gölge yerlere.

«Nasıl yakalandınız?»

Yaşlı adam bu soruyu yönelttiği sıra, bir serçe avlunun boşluğuna dalıp dalıp çıkmış, gelip iki adım ötelerine konmuştu. Yankesici sinirleniverdi. Elindeki boncuk dizisini yere çarparak:

«Kış, ulan!» dedi. «Konacak yer mi bulamadın başka?»

Yaşlı adam, bu öfkenin ardına saklanan özlemi sezmişti. Özgürlüktü bu. Öyle ya. Sen kuşsun, insan değilsin ki. Hem de bir yargılı. Dört duvar arasında. Çık derlerse çıkacaksın bir avuçluk avluya. Gir denilince gireceksin. Günü, güneşi kilitleyecekler üstüne. Yüreğin, kafan dışarıda, bir bedenin içerde kalacak. Sen kuşsun. Okudun, yazdın, çizdin diye tutuklamazlar seni. Sen insan değilsin ki…

«Ne sormuştunuz?… Tamam. Nasıl yakalandığımı… İlk enselenişim değil bu. Ama çok neşeliydi. Anadolu’dan yüklü gelen bir para babasını Sirkeci’de kaldığı otelden otobüse kadar izlemiştim. Böylelerini iyi tanırım. Babamın taşradaki memurluk yıllarından. Biri beşe satarlar şehirliye. Köylüyü, harman veresiye alışverişlerle, gırtlağa kadar borçlandırırlar. İpoteğe para verir, dul kadınların evlerini ellerinden alırlar. Hesabını görmüştüm adamın otobüste. Tam ineceğim. Bir sivil memur çıkmaz mı karşıma! Hem de beni tanıyan bir memur. Aksinin biriydi.

— Dur bakalım, acele etme, ahbap! Gir içeriye!

Sıvışmanın imkânı yok. Adamla basamakta yüz yüzeyiz. Kapı dersen salkım saçak insan. Göğsümden iterek soktu beni otobüse.

— Beyler, hanımlar! Otobüste yankesici var. Yoklayın ceplerinizi, çantalarınızı. Bir şeyi çalınan varsa, haber versin!

Rezil olmuştum. Beni gören yankesici demezdi. Başımda Milano şapka. Sırtımdaki palto kupon. İpek kaşkol, beyaz gömlek, kravat. Otobüs ayağa kalktı. Oturanlar koltuklarından doğruluyorlardı beni görmek için. Ayaktakiler de birbirlerini itiyorlardı. Sonra aranmalar başladı. Millet uyuza tutulmuştu sanki. Oralarını buralarını karıştırıyorlardı habire… İlk uyarı bir sonuç vermemişti.

— Yok mu şikayetçi olan? Size, otobüste yankesici var, dedim. Duydunuz, bir daha yoklayın üstünüzü!

İlkinde kimsenin çıkmayışı yüreğime su serpmişti. Yaptığım işi de beğenmiştim hani. Adamın ruhu bile duymamıştı. Tekrar sormasaydı ya. Dediğim gibi, bu memur çok ters bir adamdı. Bileğimi bir sıkıyordu, kemiklerim un ufak olacaktı nerdeyse. Arada bir tüccara bakıyordum çaktırmadan. İlk uyarıda oralı olmamıştı. İkincisinde bir sivtindi, elini koynuna attı. Ve ardından bir böğürme:

— Param, memur bey! Paramı çekmiş!..

Memur, böyle tıklım tıklım bir otobüsten keskin bir yankesicinin boş inmeyeceğini bilirdi. Tecrübeli bir memurdu. Hiç telaşlanmadı.

— Şoför Bey, durdurun arabayı! İneceğiz.

Kelepçeyi taktı kendi bileğiyle benim bileğime. Tüccar önde, biz arkada, otobüsten indik. Bir yağmur, bir yağmur… Allahtan karakol yakındı da hem ıslanmaktan, hem de millete rezil olmaktan çabuk kurtuldum.

Tüccar:

— Yirmi bin liramı çekti. Lakin davacı değilim. Bu adamı bağışlıyorum, demez mi!

Baş komiser, kızdı köpürdü.

— Nasıl davacı olmazsın? Ortak mısın yoksa?

Tüccar, şakacı, pişkin bir adama benziyordu. Şöyle tostoparlak, tesbih böceği gibi.

— Öyle ya, komiser bey, bir insan işinin bu kadar erbabı olursa, onu bağışlamak bile az. Takdir etmeli. Bakın, İstanbul’a mal almağa gelmiştim. Paramın yirmi binini yanıma almıştım. Bir kesenin içindeydi. Kesenin üstünde göğnek, göğneğin üstünde işlik, işliğin üstünde yelek, yeleğin üstünde ceket, onun üstünde de sımsıkı bir palto. Sen tut, kesenin içindeki paraları, yağdan kıl çıkarır gibi çek, al. Bir tek düğmeyi bile açık bırakma! Memur Bey paralarınızı bir yoklayın dediğinde, böyle bir şey aklımın kıyısından bile geçmemişti. Yine de yoklamıştım. Aşkolsun vallahi. Bireh, bireh… »

Yankesici, iri pembe kadranlı saatine baktı.

<Ne dersiniz, bırakayım parmaklarım tembelleşsin mi?»

Boncukları keseye doldurmuş, ağzına bir düğüm atmıştı. Koğuş arkadaşı, ayağının ucuna düşen bir kırmızı boncuğu aldı, yankesiciye uzattı.