Şükrü / Öykü 1977

ŞÜKRÜ                                               Muammer Yüzbaşıoğlu, Varlık 840, Eylül 1977 ve 876, Eylül 1980

Bir çırpıda açtım zarfı. Yazıyı bir solukta okudum.

Odada kimse yoktu.

«Aslan Şükrü!» dedim, «Başardın hal..»

Babası bir basımevinde işçi. Telefona sarıldım.

«Gözünüz aydın, Şükrü’yü aldılar okula!»

Kırk yıllık ahbabımdı sanki.

«Gel hemen bana! Eğitim müdürlüğünün yazısını vereceğim. Onunla gideceksiniz okula.»

 Adam tepkisiz. Şaşırtan bir donuklukla:

«Öyle mi?» diyebildi ancak.

Sevincini açığa vurmasını bekliyordum. Ekledi:

«Peki, geleyim.»

Hâlâ coşkuluydum. Oturamadım. Kalktım, kapıyla pencere arasında dolaşmağa başladım.

                                                              •

Okul müdürü gerdanı, burnu ve her şeyiyle anaç bir hindiye benziyordu. Çocuğa kurumlana kurumlana yaklaşmış, incecik bacaklarına yüklediği yağlı gövdesini bükerek pörsük elini uzatmıştı.

«Guten Tag Zükrü!»

Çocuk, kısık sesiyle selama karşılık vermişti:

«Guten Tag!»

Şükrü’yü az önce okulun servis arabası getirmişti. Sekiz dokuz yaşlarındaydı. Sırtında parka, omuzlarında çiğ sarı, yeni bir okul çantası. Kot pantolonu, botlarıyla sıkıca giydirilmişti. Dışarısı ayazdı.

«Günaydın, Şükrü!» dedim ben de çocuğa, «Sana için geldim buraya.»

«Sen kimsin? Öğretmen mi?»

«Evet.» Az önceki yabancılığını, çekimserliğini atmıştı üstünden.

«Parkamı çıkarayım mı?»

Çıkarmasını söylemiş, yardım etmek istemiştim.

«Yok, kendim çıkarırım.»

Sağ ayağını sürüyor, sağ kolunu tam kullanamıyor, başı sağ yanına kaykılıyordu.

Soyunmuş; parkasını, çantasını boş bulduğu bir sandalyenin üstüne koymuş, gelip yanıma sokulmuştu.

«Beni çok döverler burada, değil mi?»

Konuşurken de zorluk çekiyordu.

Niçin döveceklerdi, bunu nereden çıkarmıştı?

«Yazarken elim kayıkayıveriyor da…»

Müdür bekleme odasından ayrılmış, bitişikteki odasına çekilmişti. Çocuğa test uygulayacak uzmanın gelmesini bekleyecektik.

«Şükrü, seni evde döverler mi?»

«Döverler. Babam döver.»

«Neden?»

Zayıf omuzlarını kaldırmıştı.

«Bilmem…»

                                                                   •                      

Test odasına inmiş, üçümüz bir masanın çevresinde toplanmıştık. Kızıl saçlı, çilli, kırmızı yüzlü uzman, çocuğa soru yöneltiyor, ben de bu soruları Türkçeleştiriyordum. Çocuk yanıtlamağa başlayınca adam kronometreyi çalıştırıyor, susunca durduruyordu. Bu kez de çocuğun yanıtlarını Almancaya çeviriyordum. Adam, benden uzakta tutmağa çalıştığı bir kitabın sayfalarını karıştırıyor, sorunun puan değerini buluyor, bulduğunu işaretliyordu.

«Şükrü, bir arkadaşından aldığın topu kaybettin ya da patlattın. Ne yaparsın bu durumda?»

Şükrü, düşünmemişti bile bu sorunun karşılığını.

«Babama söylerim… Aynı topu alır… Almazsa veririz parasını.»

Alman, hiç ummadığı tutumla karşılaşmış olmalıydı.

«Ahhah!» demişti.

Ters ters bakmıştım adamın yüzüne. İçerlediğimi anlamış, hemen bir başka soruyu başlatıvermişti.

«Zükrü, bak ne soracağım sana: Weihnachten ne demek?»

Şu Almanlar…

«Çocuk yeni gelmiş. Ne anlasın Noel sözcüğünden?»

Bizim bayramlardan birini sormasını önermiştim. Düşünmüş, akla yatkın bulmuştu. Kurban bayramını sormuştu.

Şükrü’nün zekâsı ölçülmüştü. Bilgisi, becerisi de. Onda başlayan test on üçe değin sürmüştü.

«Müdüre gideyim. Sonra gelip sizinle görüşeceğim.»

Uzman yanımızdan ayrılınca, Şükrü kalkmış, yazı tahtasına yanaşmıştı. Tahta yüksek geliyordu. Bir iskemle çekmiş, tırmanarak üstüne oturmuştu. Tebeşiri gıcırdata gıcırdata bir şeyler çiziyordu. Bitirince tahtanın karşısına geçmiş, yaptığı resimleri süzmeğe başlamıştı.

Neler yaptığını sormuştum.

Sağ ayağını sürüyerek tahtaya yaklaşmış, çizdiklerine parmağıyla ulaşarak anlatmıştı.

«Bu bizim köydeki ev. Bu ninem. Ben ninemi çok severim. Bu, kardeşim. Bu da Karabaş. Kurt köpeğidir ha…»

Kardeşinin niçin köyde olduğunu sorunca:

«Küçük daha. Anam burada fabrikaya gidiyor. Bakacak kimsemiz yok» demişti.

Uzman, okul müdürüyle görüşmüştü.

«Sonucu size eğitim müdürlüğü bildirecek. Siz de babasına duyurursunuz.»

Şükrü kalacak, yine okulun servis arabasıyla evine teslim edilecekti. Elini sıkmıştım. Dostça bakışmıştık. Paydos saatiydi okulun. Koridorlar bir anda sakat çocuklarla doluvermişti. Aralarından, onları görmemek için, önüme baka baka zor sıyrılmış, sakatlar okulunun çıkış kapısını güçlükle bulmuştum.

                                                                   •                      

Dalıp gitmişim satırların arasına. Adamın içeriye girdiğini duymamışım. Baktım; başımda bir dikilen var.

«Buyurun!»

«Telefon ettiniz ya…»

Ağırlaşan gözlüğümü çıkardım,

«Buyurun, oturun şöyle!»

İri yarı bir adamdı. Vücuduna bol gelen işçi tulumu içinde daha da irileşiyordu. Tıraş olmamıştı. Kapkara bir suratı vardı.

«Şükrü’nün babasısınız, değil mi? Hoşgeldiniz!»

«Hoşbulduk!»

Ters bir adama benziyordu. Şükrü’yü övdüm bir süre. Okumağa çok istekli bir çocuktu. Akıllıydı. İşçi çocuğuydu ama, işçi kalmamalıydı. Okutmalıydı. Sakat olduğu için, okuması başka çocuklardan daha da gerekliydi…

«Alın bu yazıyı, Şükrü’yü de. Doğruca okula gidin. Zaman yitirmesin.»

                                                             •                      

Kâğıtların arasına dalıyorum yine. Bilmem kaçıncı raporun hazırlığı içindeyim. «… Yetkili kişi ve kuruluşlarla yayın organları, Almanya’nın bir göçmen ülkesi olup olmadığını tartışıyorlar. Alman Sendikalar Birliği karşı çıkıyor bu tartışmaya. İsteseniz de istemeseniz de Almanya bir göçmen ülkesidir bugün, diyor. Yabancı işçiler, eşleri ve çocuklarıyla Almanya’ya yerleşmişlerdir artık. Burada doğan, burada büyüyen çocuklar çoğunlukta. Okullarımızda okumuş, fabrikalarımıza yerleşmiş, toplumumuza katılmışlardır. Devlet, istemedikleri halde, bu işçileri bir gün kapı dışarı etmeği düşünebilir. Ne var ki, yabancı işçiler direneceklerdir. Eşleri, çocukları da boyun eğmeyeceklerdir. Zorla mı çıkaracaksınız o zaman? Başka ülkelerin kınamalarını göze alarak yapabilecek misiniz bunu?..»

Bir sigara yakacak, yazmayı sürdürecektim. Şükrü’yü görüverdim kapıda. Arkasında babası.

«Bey, Şükrü, beni amcaya götür diye tutturdu. Laf dinletemedim. Bir diyeceği varmış.»

Şükrü, sağa kayık başını dik tutmaya, sağ ayağının üstünde zorlanarak yürümeye çalışıyordu. Üstünde o günkü giysileri, sırtında çantası. Gözlerinde ışıl ışıl sevinç…

«Hadi bakalım, ne söyleyeceksen söyle amcaya da gidelim.» dedi babası.

Kalktım, Şükrü’ye elimi uzattım.

«Kutlarım, Şükrü!» dedim. «Sınavı başarmışsın.»

Güldü usul usul. Çocuksu.

«Hadi, söyle bakalım! Seni dinliyorum.»

Susuyor, yaramazca gülümsüyordu…

Pencerenin kıyısında okul kitapları duruyordu. Görev bölgemizdeki Türk öğretmenlere dağıtılan kitaplardan. Bir «İlk Okuma», bir de «Türkçemiz 1» seçtim. Uzattım çocuğa.

«Şükrü, başarının ödülü olsun bu kitaplar!» dedim.

Sol eliyle uzandı kitaplara. Tam alacağı sıra bir öpücük konduruverdi elimin üstüne. Sımsıcak bir öpücük. Okuma kitabını açtı, resimlerine baka baka düştü babasının önüne.