


Muammer Yüzbaşıoğlu Varlık 1974, Sayı 803 / Günümüz Türk Hikâyeleri Varlık Antoloji 1977
SINAV
«Dur!» diye seslendi nine çocuğuna, «Sana pirinç içirecektim. İç de öyle.»
Baba oğul dışarı çıkmak üzereydiler.
Adam kızdı:
«Ne pirinci? Geç kalacağız.»
Kadın çıkıştı oğluna:
«Sen karışma. Azcık bekleyiver.»
Yaşından umulmadık bir çabuklukla mutfağa koştu.
Mayısın aydınlık bir sabahla başlayan son günüydü. Konuşma, Kâğıthane sırtlarındaki bir konduda geçiyordu. Kondu, yönünü Haliç’e dönmüştü. Haliç, yukarıdan sırı yer yer dökülmüş bir ayna gibi görünüyordu.
Nine az sonra çıktı mutfaktan. Ufacık, derisi kemiklerine yapışık bir kadındı. Başına siyah bir yazma bağlamıştı. Yarım bardak su ile geldi. Öteki elinin başparmağı ile işaret parmağının arasına bir pirinç tanesi sıkıştırmıştı. Okunmuş pirinçti bu. Gün ağarmadan uyanmış, aptest almış, pirince yasin okumuştu. Torunu bu pirinci içince sınavını başaracaktı. Titrek, buruş buruş elini torununun ağzına yaklaştırdı. Oğlan hafifçe paslanmış olan dilini dışarı çıkarmıştı. Pirinci dilin üzerine koydu, bardağı yanaştırdı. Dudaklarını büzerek mırıldanmağa başladı: «Elhamdü lillahi rabbi’l âlemin…»
«Haydi, oğlum! Hayırla karşılaş!» .
Torununu bağrına bastırdı, kurumuş dudaklarıyla kokluya kokluya öptü.
İstanbul’daki büyük liselerden birinin önü ana-baba günü. Parasız yatılı sınavı var. Okulun yüz yıllık çınar ağaçları, yüksek taş duvarların çevrelediği bahçede hışırdıyor. Sabah yeli dalların arasında. Yapraklar kımıl kımıl. Bir o yüzü bir bu yüzü parlıyor güneşin sabah ışınlarıyla. Geride bir büyük yapı. Duvarları iri, kesme taş. Okulun önünde Atatürk büstü, havuz, bayrak direği. Kapının önünde biriken veliler, öğrenciler, kaldırımlardan daracık yola taşıyorlar. Yol tıkanıyor iyice. Atlı arabalar, kamyonlar, taksiler, özel arabalar giriyor, birbirine. Kornalar çalınıyor. Sürücüler bağırıyorlar. Bahçe duvarının demir parmaklıklı pencerelerine abanan veliler, öğrenciler sabırsızlanarak bekliyorlar kapının açılmasını. Resmi giysili kapıcı, kuş uçurtmuyor. Bahçe kapısı açılıyor. Öğrenciler girecek. Veliler, sınav başladıktan sonra. Bahçe, bir anda kız, erkek öğrencilerle cıvıl cıvıl oluyor. İlk girenler, şaşırıyorlar nereye gideceklerini. Yadsıyorlar. Bir ürkeklik, çekinti çoğunda. Yapıya sokulamıyor, bahçeye dağılamıyorlar. Okul kapısı açılıyor. Kapının önündeki geniş mermer sekiye bir kürsü çıkarılıyor. Kürsünün üstüne bir mikrofon konuyor. Gözlüğü, giyiti siyah, genç bir yönetici çıkıyor kürsüye. Odacıların getirdikleri sehpalar, belli aralıklarla kürsünün önüne sıralanıyor. Levhalarında aday numaraları yazılı. Yönetici konuşmağa başlıyor: «Levhalara, bir de elinizdeki sınava giriş belgelerinize bakın. Aday numaranız hangi levhadaysa o levhanın önünde durun. İkişerli sırayla…» Çocuklar kaynaşıyorlar. Kimi buluyor yerini, kimi levhadan levhaya koşuyor…
«Birinci levhadan yedinci levhaya kadar olan sıra, ortaokul ikinci sınıf sınavına girecekler içindir. Yedinci levhadan on birince levhaya kadar…» Yönetici uyarmasını sürdürüyor. Bir yönetici daha geliyor. Yerini bulamayanlara, öğrencilerin sınıflara yollanmasına yardım edecek. Böyleleri o kadar çok ki. Yol gösteriyor, sıralarını buluveriyor çocukların. Bir o yana, bir bu yana koşuyor. Kızdığı, bağırdığı oluyor. Bir öğrenci yaklaştı bu heyecanlı, telaşlı yöneticiye. Tıkız, sarışın bir çocuk. Kot pantolonunun üstüne balıkçı kazağı giymişti. «Öğretmenim!» diye seslendi adama. Sınıflarda yapıldığı gibi parmağını kaldırmıştı.
«Evet.»
«Ben giriş belgemi evde unutmuşum.»
«Pason yok mu yanında?»
«Yok, öğretmenim.»
«Kimlik cüzdanın?»
Çocuk sustu.
Yönetici kızmıştı. Sesi dikleşti.
«Oğlum, cevap versene! Beni uğraştırma. Kendini tanıtacak başka bir belgen yok mu yanında?»
Oğlanın gözlerinden yaş boşandı boşanacak. Dudakları titremeğe başladı.
«Yok, öğretmenim.»
«Giremezsin öyleyse sınava!» diye kestirip attı öğretmen.
Dedi ya, içi de rahat etmedi.
«Git, getir daha vakit varken.»
Oğlan, yaralı bir kuş gibi baktı adama. Ağzını zorlukla açabildi.
«Kâğıthane’de oturuyoruz. İki saat tutar. Yetişemem ki…»
Sınavın başlaması yakındı.
Odacı, okul müdürünün kapısını vurdu.
«Biri var dışarda. Telaşlaniy. Yanında bir çocuk getirmiş. İmtihana mı giremiyormuş. Bir şeyler deyiy. Seninle görüşecekmiş.»
«Gelsin!» dedi müdür.
İçeriye giren adamın nefesi tıkanmıştı.
«Beyim» diye başladı söze. «Bu unutmuş .»
Durdu, soluklamağa çalıştı.
Müdür: «Acele etmeyin. Dinlenin sonra konuşursunuz.»
Adam, güçlükle nefes alıyordu.
«Belgesini unutmuş… Yanında kimliği filan da yok… Bana geldi.»
Sesi değişti, boğuldu.
«Bu eşoğlueşek…»
Dişlerini sıktı, zor tutuyordu kendini çocuğun üstüne çullanmaktan. Hırsını alamadı, kendi başını yumruklamağa başladı. Ağlıyordu. Gözlerinden boşanıveren yaşlar, belki bir haftalık olan sakalının arasında kayboluyordu.
«Sabah evden erken çıktık. Ne olur, ne olmaz, yol filan tıkanıverir diye düşündüm. Çemberlitaş’a geldik. Ayakkabıcıyım ben. Atölyeye gittik. Ekmek yedik. Patrondan izin aldım. Okula kendi elimle getirip işime döndüm. Nerden bileyim ben unuttuğunu? Bana geldi. İmtihana almıyorlar, dedi.»
«Ah, seni hayvan…»
Müdürün yumuşak yüzü sertleşti.
«Böyle davranırsanız sizi dinleyemem. Sakin olun!»
Adam kendini topladı.
«Affedersiniz, Müdür Bey! Alın bunu imtihana. Yedi nüfusu iki yüz lira haftalıkla geçindirmeğe çalışıyorum. Ekmek iki lira. Birinin boğazından kurtulurum hiç değilse. Biz okuyamadık. Bari bu okusun. Kendisinden eminim. İmtihanı kazanır. İlkokulu pekiyi ile bitirdi. Bu yıl da doğrudan geçecek ortaokul ikiye. Alın bunu imtihana. Müdür Bey! Ayaklarınızı öpeyim…»
Adamın üstünde başında yoktu. Omuzlarından nefes alıyordu. Astımlı olmalıydı. Üst dudağı burnunun ucuna yapışmış gibiydi. Peltek konuşuyordu.
Müdürü aldı bir düşünce…
Bakanlık emri açıktı. Giriş belgesini yanında bulundurmayanlar, ancak paso, kimlik cüzdanı gibi bir belge gösterebilirlerse sınava alınabilirlerdi. Ne yapmalıydı? Bir hakkı tanımak ya da tanımamak söz konusuydu. Çocuğa baktı. Babasının yanında korkudan küçülüp gitmişti. Adamın yalvaran gözleri üstündeydi.
«Peki, alıyorum» dedi müdür, «Ancak, sınava giriş belgesini, bulamazsanız okul pasosunu, onu da bulamazsanız kimlik cüzdanını getirmeniz şarttır.»
Adam sızlandı:
«Uzaktayız, beyim. Kâğıthane’de evimiz. Yetiştirebilir miyim ki?»
«Orasını siz düşüneceksiniz. Ben çocuğu sınava alıyorum. Sınav bitmeden getirmeğe bakın siz. Öğleye doğru biter. Gelmezseniz, çocuğu sınava girmemiş sayarım. Ona göre.»
«Sağolun» dedi adam, koştu, müdürün eline vardı, Müdür, tombul elini kurtardı adamdan.
«Gel bakalım, oğlum!» diye seslendi çocuğa. Sesi ılıktı, tatlıydı. «Sen akıllı ve çalışkan bir öğrenciye benziyorsun. Öyle olmasaydı seni sınava almazdım. Herhalde kazanacaksın. Seni sınav salonuna götüreyim.»
Sarışın, tıkız çocuğun bir pirinç tanesi gibi ufalmış olan gözleri iri iri açılmıştı şimdi.