Memiş / Öykü 1977

Muammer Yüzbaşıoğlu                                                        Varlık Yıllığı, 1977

MEMİŞ

Kapı vurulmuştu.

«Gel!» dedi kızgın bir sesle.

Açılmadı. Masa kapıya uzaktı. Duyulmadığı oluyordu. Sesini yükseltti:

«Geeel!»

Kapının vuruluşundan, açılışından sezilirdi gelenin kişiliği. Varsıllar ile adına, işine güvenenler kapıyı çalmadan girerlerdi. İnceliğe zorlananları ilk vuruşta duyururlardı kapı sesini. Çağrılmayı beklemeden kapıyı ardına kadar açarak içerde bitiverenleri çıkardı. Ötekiler kapıyı vurmadan, çağrıldıklarını duymadan gelmezlerdi. İçeriye girmekten, içerdekini kızdırmaktan korkarcasına tıklarlardı kapıyı. Usul usul, arada bekleyerek.

Mandal yine yavaşça kalktı, kapı aralandı. Yarı açılmış kapıdan sıyrılarak biri girdi içeri. Bu gelen bir subaydı. Bir teğmen. Elinde büyük, şişkin, eski bir bavul. Kapının ardına koydu bavulunu. Sert bir devinim. Topuklarını birbirine çarptı. Sol eli bacağına yapıştı. Sağ eli kasketinin güneşliğinde. Teğmen selama durdu.

«Efendim, beni tanıdınız mı?»

Yönetmenin öfkesi üstündeydi. Az önce bir bayan veliyle tartışmıştı. Okulun yemeklerini beğenmiyormuş çocuğu. Karnı doymuyormuş. Evinde aşçısı, işçisi beğendiklerini yerken oğlunun aç kalmasına göz yumamazmış.

«Peki, neyi eksikmiş yemeklerimizin?» diye sormuştu.

Şık giyimli, gösterişli, çokbilmiş bir kadındı. Sigaradan, alkolden, uykusuz gecelerden boğuklaşmış sesiyle: «Boğazına düşkündür oğlum. Evde aşçımız hep onun istediği yemekleri yapar.»

Kapıyı vurmadan, çağrılmadan girenlere yer göstermezdi. Kadın, bitişiğindeki koltuğun önünde ayakta duruyordu.

«Her öğün üç türlü yemek çıkarıyoruz. Tatlısı, tuzlusu, meyvesiyle. Daha ne verilmesini istiyormuş?»

«Kantite değil kalitedir efendim önemli olan.»

«Aynı yemekleri öğretmenlerimiz de yiyorlar. Paralarıyla hem. Tadı tuzu olmasa…»

Kadın, bir burun kıvırmasıyla kesmişti yönetmenin sözünü:

«Zevk meselesi efendim…»

Veli dikine dikine gitmiş, yönetmeni de hiç istemediği bir çizgiye getirmişti. Konuşmanın başından beri uzak kalmak istediği öfke çizgisine. Yönetmenliği bir yana bırakmıştı. Öğretmenlik damarı tutmuştu.

«Varlıklı bir ailesiniz. Belli. Çocuğunuzun sağlam bir eğitim görmesi için yetmez bu. Oğlunuzun tutumunu bir de ülkemizin gerçeklerine göre değerlendirmelisiniz. Kendi tutumunuzu da. Her öğün önünde üç kap yemek bulabilen kaç çocuk var ülkemizde? Onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Onlar da bu ülke için çalışmayacak, gerektiğinde savaşmayacaklar mı? Nedir sizin çocuğunuzun insan olarak onlardan ayrımı?»

«…………………… »

«Bir de tutuyor, üç türlü yemeğin zevkli olup olmadığından söz ediyorsunuz…»

«……………………. »

«Ben sizin yerinizde olsam, bir başka türlü eğitirdim çocuğumu.»

Kent sigarası, viski, poker yorgunu kadın sinirlenmişti. Krokodil çantasını bir elinden ötekine aktarıp duruyordu. Şapkası, şalı, astragan mantosu, pahalı pabuçları içinde kasılarak:

«Valla Müdür Bey, her ailenin bir terbiye anlayışı vardır. Kendi anlayışımıza göre yetiştiriyoruz biz de çocuğumuzu. İmkânlarımız var. Faydalansın. Yemeklerinizi madem beğenmiyor, biz de eve alırız onu.»

Tartışmanın boşunalığı iyice belli olmuştu.

«Pansiyonla ilgili yönetmen yardımcısına gidin!» dedi veliye. «Çocuğunuzu yatılılıktan çıkarsınlar.»

Kadın girişindeki hızıyla çıkıp giderken yönetmen acı acı gülümsemişti ardından. Erzincan’daki bir ortaokulu anımsamıştı. Denetmen olarak girdiği bir sınıfta Türkçe dersini izliyordu. Sınıf, öğretmenin bilgisiyle, sevgisiyle dolup taşıyordu. Saçları kesilmiş, esmer yüzlü, kravatlı öğrencilerden biri:

«Öğretmenim!» diye kaldırmıştı parmağını. «Memet hastalandı!»

Öğretmen dersi kesmiş, Mehmet’in sırasına yaklaşmıştı. Mehmet yazdan kalma, ağarmış ceketinin içinde cılız bir oğlandı. Yüzü kül gibi olmuştu.

«Neyin var oğlum?»

Ayakta durmaya çalışan çocuğa:

«Çık da havalan biraz. Açılınca gelirsin.»

Öğrenci sendeleyerek çıktıktan sonra, öğretmen kendisine dönmüş:

«Efendim, yakın köylerden gelen öğrencilerimiz de var. Sabah erkenden yola çıkarlar. Bir şey yemeden gelenleri de olur. Açlıktan bu.»

Erzincan’dan Refahiye’ye giderken yoluna çıkmıştı Mehmet’ler. Mehmet’lerin daha küçükleri. Bir köyden okulu olan bir başka köye gitmek, ilk derse yetişmek için yollara dökülmüşlerdi. Kasım ayının çatır çatır ayazıydı. Kendisi Milli Eğitim Müdürlüğü’nün cipinde, paltosunun içinde üşürken onlar bir okul önlükleriyle, kitaplarını defterlerini bağırlarına bastırmış, koşuşuyorlardı…

«Gel hele, beri!» diye seslendi teğmene.

Yaklaştı gencecik adam.

«Öğretmenim, tanıdınız mı beni?»

Hep böyle olurdu. Yıllar geçerdi aradan. Kimi öğrencileri şişmanlar, kimileri incelir, kimilerinin de saçları dökülürdü. İlk görüşte hemen tanıyamazdınız. Bir yerleri değişmezdi. Gözleri. Gözlerine baktı iyice.

«Memiş!…» dedi sevinçle.

Memiş eline uzandı öğretmeninin. Vermedi. Kucakladı, öptü öğrencisini yanaklarından. Yıllar öncesinde, Anadolu’nun bir ilçesinde lise yönetmeniydi. Yine böyle çalınmıştı odasının kapısı, yine böyle açılmıştı. İçeriye bir köylü girmişti. Yine böyle durmuştu kapının ucunda. Hazırolda. Çağırılınca yanaşmış, otur deyince de sıkıla büzüle oturmuştu. Kaşı, gözü, sakalı kapkara bir köylüydü. Üstü başı toz toprak içindeydi.

«Bey, namını bizim oralarda duyduk. Fakir öğrencilerin babası olurmuşsun. Ellerini öper, bizim oğlan kasabamızda ortayı bitirdi sayende. Öğretmenleri bu oğlanı okut, kafalı çocuk deyiler. Benim okutacak gücüm yok. Sen okutuver oğlanı.»

«Nerde oğlun?»

«Dışarda, beyim.»

«Getir, bakayım!»

Lastik pabuç, ağustos sıcağında yün çorap, keten potur, yakasız işlik. Üç numara tıraşlı, kocaman bir kafa. Güneş yanığından pul pul olmuştu yanakları, dudakları çatlamıştı. Bugün nasıl durduysa karşısında o gün de öyle. Gözleri parıl parıldı oğlanın.

«Adın ne senin?»

«Memiş.»

«Memiş, evladım! Bir sorum var sana. Yanıtı kısa ve kesin olsun. Sana inanacağım. Köyünden, evinden uzakta okumak kolay değil. Sıkıntı çekeceksin. Yine de okumak istiyor musun lisede?»

«Okuyacağım!»

Yanıt, top gibi gürlemişti çocuğun ağzında.

Okul yönetimi, koruma derneği elele verince Memiş lastik pabuçlarından, yün çoraplarından, poturundan, işliğinden soyunmuş; Memiş kitap bulmuş, aş bulmuş; Memiş okumuş, lisenin fen kolunu iyi derece ile bitirmişti.

«Tıptan yeni mezun oldum, efendim. Elinizi öpmeğe geldim.»

Oda tavanından, duvarlarından kurtuldu; masmavi, ışıl ışıl bir Ağustos sabahına dönüverdi birden. Oysa dışarısı isli pusluydu, pis bir kış günüydü. Yönetmenin az önceki öfkesi geçmiş, yerini beklenmedik bir sevincin coşkusu kaplamıştı. Nadastan harmana değin yorulan ırılan köylünün savrulmuş yiyinti öbeğinin karşısındaki keyfini sürüyordu şimdi.

«Yak bakalım bir sigara, Memiş!» dedi öğrencisine. Yakmadı doktor. Yönetmen-öğrenci ilişkisinden gelen bir çekintiyle almadı sigarayı.

«Yak hele, yak da başarmanın keyfine, savuralım dumanları!»

Üsteledi. Almayınca kahve söyledi yönetmen.

«Bavulla gelmişsin. Yolcu musun?»

«Evet, efendim.»

«Nereye?»

«Köyümüze.»

«Bir yere atanmadın mı?»

«Atandım da önce köyüme gitmek istiyorum bir.»

«Babana selam benden.»

Memiş gözlerini önüne indirdi.

«Sizlere ömür…»

Sustular. Yönetmen konuyu değiştirmek istedi.

«Epeyce ağır olmalı bavulun?»

«İlaçlar da var içinde.»

«Ne yapacaksın o kadar ilacı?»

Gözleri yine parıldadı Memiş’in.

«Ahdim vardı. Doktor çıkınca ilk köyüme gidecektim. Köylülerimize bakacak, ilaçlarını parasız verecektim.»