Kağıtlı Şeker / Öykü 1977

Kâğıtlı Şeker                                                                  Muammer Yüzbaşıoğlu, Varlık 837, 1977      

Konsolosluğun paydos saatiydi. Kapıdan çıkmak üzereydim. Ayşe’nin ablasın gördüm. Bir omzuyla bahçe kapısının parmaklığına yaslanmış, başını da demirlere dayamıştı. Yadırgamıştım. Ne işi vardı kızın akşam vakti konsoloslukta?…

«Siz daha gitmediniz mi?»

Dalgın olmalıydı. Yaklaştığımı duymamıştı. İrkildi.

Önce gülmek istedi, ardından başını önüne eğerek:

«Hiç…» dedi.

Bir ayağının ucunu betona sürtüyordu.

«Kimse kalmadı içerde. Siz ne bekliyorsunuz?»

«…………………»

«Biri mi gelecek?»

Ortalık kararıyor, Almanya’nın ıslak, esintili akşamlarından biri daha başlıyordu. Caddenin lambaları yanmıştı.

«Evet. Kardeşimi.»

İyice meraklanmıştım.

«Nerde Ayşe?»

Başı hala önündeydi. Omuzlarını büzmüştü. İnce, biraz da yıpranmış mantosunun altında üşüyordu.

 «Wiesbaden’e gitti. Gelecek.»

Anlayamamıştım. Niçin yalnız gitmişti, neden dönecekti?

«Siz neye gitmediniz?»

«……………..»

«Söylemeyecek misiniz?»

Alacakaranlıkta büsbütün koyulaşan gözlerini kırpıştırarak:

«Yol parası getirecek. Belge parasız çıkartılır sanmıştık. Üstümüzdekini verince kalmadı paramız.»

Akşam mıydı o an, caddenin ışıkları yanmış mıydı, dışarda ayaz mı vardı?… Şapkam, paltom,  eldivenlerim, çantam benim miydi?… Ayakta duran ben miydim?…

«Niçin gelmediniz bana?»

«Ben verirdim. Dört beş marklık bir yol parası. Sonra yollardınız…»

Susuyordu.

Öğleye doğru gelmişlerdi.

Ayşe:

«Günaydın!» demiş, ilk günkü sokulganlığını biraz daha artırarak masama ellerini koymuştu. Bol kirpikli, iri, siyah gözlerinin tüm ışıltısıyla gülüyor; güldükçe boyasız, küçücük ağzı geriliyor, ağzının iki yanında iki gamzecik oluşuyordu. Düzgün taranmış saçları uçlarından yukarıya doğru kıvrılmıştı. Kaşlarına değin inen koyu siyah saçları, yüzünü daha da yuvarlaklaştırıyordu.

«Beni tanımadınız mı?»

Biraz duraklamıştım.

«Nasıl tanımam?» dedim. «Sen geçenlerde gelen Ayşe değil misin?»

Birkaç gün önce, derse yetişmek isteyen çocuklar gibi soluk soluğa gelmiş, «garanti belgesi» çıkartmak istediğini söylemişti. Tam bir öğrenci havasındaydı. İnce, ufak yapısı, sade giyimi ile ortaokul, bilemediniz bir lise öğrencisi. Belgeyi verecek kişiyi sormuştum. Soruya şaştığını belirten bir hayretle: «Ben vereceğim!» demişti. Bir öğrenci kendisi için garanti belgesi veremezdi. «Hayır!» diye gülüvermişti. «Ben öğrenci değilim ki…» Cıvıl cıvıldı. Konduğu dalda duramıyordu. «Yeğenime vereceğim. Ankara’da liseyi bitirdi. Yanımızda okuyacak. Bakılacağını gösterir bir belge mi ne istiyormuşsunuz…» Ben de gülmüş, cıvıltısının bitmesini beklemiştim. Yaşını sorunca, «on altı!» demişti. Belge verecek kişinin on sekizini bitirmesi gerekirdi. Aklına yatmamıştı. «Yaş niçin aranıyormuş? Ben de para kazanıyorum. Ben veremez miyim yani?» İnanmıştı sonunda. «Ablamı getireyim öyleyse» demiş, Alman kızlarının yaptıkları gibi dizlerini bükerek teşekkür etmiş, geldiği gibi tatlı tatlı çıkıp gitmişti.

«Bravo size! Bu kadar kalabalık arasında hatırladınız beni.»

Sonra, kapının ucunda bekleyen bir genç kıza seslendi:

«Abla, gelir misin!» Ayşe gibi ince yapılı, ufak tefek biri yaklaştı masama. Ayşe’ye hiç benzemiyordu. Saçları kıvırcıktı. Donuk bir yüzü vardı. Ağır hareketliydi. Durgundu.

«Kaç yaşındasınız?»

Uçuk dudakları kıpırdadı:

«On sekizi bitirdim.»

«Aylık kazancınız yedi yüz markın üstünde mi?»

«Evet. Biraz üstünde.»

İçimden tutmuştu. Sormadan edemedim.

«Okula gitmediniz mi burada?»

Ayşe’nin cıvıltısı kesilivermişti birden. Yağmurda ıslanmış, bir saçağa konmuş, suskun kuşlara dönüvermişti. Kırık bir sesle:

«Gidiyorduk da bırakmak zorunda kaldık. Babamız öldü. Bir iş kazasında. Maden işçisiydi. Kömürün altında kaldı… Annemiz dayanamadı babamızın acısına. Hastaydı zaten. Yatalak oldu. Okulu bıraktık geçinelim diye.»

Ablası tırnaklarıyla oynuyordu. Beslenememiş çocukların ince, yumuşak tırnaklarıyla. Yağmur dinmiş, güneş açmıştı. Ayşe cıvıl cıvıldı yine. Gülüyordu. Güldü mü yüzünde ilkyazın en güzel çiçekleri açıyordu.

«Diploma dediğiniz de ne? Bir kese kâğıdı. Bence pek önemli değil. Ben de kendimi yetiştireceğim. Bol bol okuyorum… Belki bir gün sınavlara girerim. Bir kese kâğıdı da ben alırım…»

Elinde bir şeker paketi tutuyordu. Açtı. İçinden bir şeker aldı. Kâğıtlı şeker paketini bana tuttu.  

«Şeker yemez misiniz?»

Yıllardır memurdum. İşimin başında, tanımadığım birinin ikramı ile ilk kez karşılaşıyordum. Odada başkaları da vardı. Ne yapmalı, ne demeliydim?…

«Biz Türk’ler çok şeker yeriz.»

Almasam kırılacaktı. «Ya üç, ya hiç!» derlermiş memleketlerinde. Erzincan’ın bir ilçesinde.

Paketi daha da yaklaştırmıştı. İki şeker daha aldım.

Odada bir kadınla çocuk vardı. Çocuk annesinin elinden sıyrılmış, yanımıza gelmişti. Çocuğu gördü. Bir parmağını dudağına bastırmış, gözlerini şeker paketine dikmişti. Eğildi, okşadı, sevdi çocuğu.

«Hadi bakalım, sen de şeker ye!»

Paketi olduğu gibi çocuğun eline sıkıştırıverdi.

Kadın, kahverengi pantolonunun üstüne mavi, kalın bir manto giymiş, yeşil başörtüsü örtünmüştü.

«Ne zamet ittin gardaş?»

Almanların yaptıkları gibi:

«Hadi, tişeggür it abana!» dedi.

Çocuk, Almanya’da Türkçe ile Almanca arasında bocalayan çocukların genizden Türkçesiyle:

«Teşeggür ederim!» demiş, ardından da «Danke» yi yapıştırıvermişti.

Aklıma koydum. Bir gün kalkıp o kente gideceğim. Ayşe’nin çalıştığı o büyük mağazayı bulacağım. Almanya’yı ahtapot gibi saran o dev mağazalardan birini. Kaç katsa o kadar kat çıkacağım. Ayşe’yi göreceğim. «Ayşe, dargınım sana!» diyeceğim. Şaşıracak beni karşısında görünce. Belki hemen tanıyamayacak. «Niçin söylemedin bana tren paranızın olmadığını?» diyeceğim. Sonra değiştireceğim konuyu. «Ayşe!» diyeceğim, «Şeker yiyor musun yine?» Gülecek, biliyorum. Gülünce bin mumluk ampullerle aydınlanacak içim. Ona bir paket kâğıtlı şeker vereceğim.