İnsanca Yaşamak / Öykü 1976

İnsanca Yaşamak                                     Muammer Yüzbaşıoğlu Varlık Temmuz 1976, Sayı 826

Nüfus Memuru Bayan Hamdune, Kaymakamlığın kapısından girince durdu. Merdivenleri çıkmadan önce biraz soluklanmak istiyordu. Kürk mantoluydu. Çizme giymişti. Şemsiyesi, çantası, beresiyle şık bir kadın. Ortadan kısa boylu, topluca, esmer. Otuzunda var yok.

Eskimiş tahta merdivenleri sırtında yük taşıyormuş gibi çıktı. Üzüldü, sıkıldı mı böyle oluyordu. Ağırlığını daha çok duyuyor, yürüyecek gücü kalmıyordu. Salon, kapılarda bekleşenlerle dolmuştu. Yorgun adımlarla ilerledi. Başı önündeydi. Kimseyi görmek, kimseyle konuşmak istemiyordu. Odası arka koridorun sonunda. Kapıya yaklaşırken odacıya seslendi: «Kahvem, Hasan Efendi!» Birazdan kahvesi gelecekti, Az şekerli, kaynak. Sigarasını yakacak; ilk yudumdan, ilk nefesten sonra, bir derin «oh!» çekecekti.

Pazartesi sabahları çocuğunu okuluna bırakırdı. Okul çok uzakta. Kentin bir ucu. Erkenden uyanmıştı yine. Sıcak bir yataktan soğuk bir odaya kalkmak, sımsıcak teninden buz gibi giysilere soyunmak… Kış sabahlarının çilesiydi bu. Çabucak giyindi. Salondaki gaz sobasını yaktı. Oğlu üşümesindi. Sıra kahvaltıda. Çaydanlığı ocağa koydu. Artık uyandırmalıydı. Evleri kiralık. Yeni yapı bir evin çekme katı. Küçücük bir salon, bir oda, bir mutfak. Salonda oturuyor, odada yatıyorlardı. Karşılıklı iki somyada. Kapı duvarında bir elbise dolabı. Odanın poyraza bakan, tek penceresinde yere değen, kalın bir perde. Soğuğu kessin diye pek açılmazdı. Çocuk, uykunun en tatlı kesiminde. Mışıl mışıl… Yüzüne eğilmişti. Melekler gibiydi. Ak yüzünde kaşları, kirpikleri daha bir siyah görünüyordu. Gür, uzun kirpikleri hele… Yuvarlacık bir yüz, erkeksi bir burun ve geniş çeneli, yakışıklı bir ağız. Kıvırcık, siyah saçlar… Tıpkı babası.

Kaç kez ağlamıştı başucunda. Yüzünü ıslatan gözyaşlarıyla uyandırmıştı. Babasız, kardeşsiz, giderek annesiz mi büyümeliydi şuncağız? Yatılı okulda bir hafta ana yüzü görünüyordu. Yavrusunu yuvadan atan leylekle bir tutuyordu kendini. Suçluyordu. Ne yapsındı? Çalışan bir kadın. Sabah gidiyor, akşam dönüyordu eve. Ya o günler, biriyle çıktığı, geç saatlerde, gece yarılarından sonra döndüğü, dönmediği, dışarıda sabahladığı günler… Ne yapardı oğlu evde yapayalnız, nasıl bırakırdı, dönünce ne deyip de bakabilirdi yüzüne?,.. Yatağının kıyısına ilişip  kocasını, geçmişteki acı dolu yıllarını anımsamıştı kaç kez. Babası bir fabrika işçisiydi. Bir maaş, irili ufaklı yedi çocuk ve doğura doğura sağlığını, daha sonra da türlü sıkıntılardan aklını yitiren bir anne… Bulup buşurup her gün kahrından içen bir babaya her akşam meze hazırlamaktan kurtulmak için, ilk çağrıya «evet!» deyişi. Kocadan başka hiç bir çare kurtaramazdı onu bu evden. Oğlan, aynı fabrikanın torna bölümünde çalışıyordu. Askerliğini henüz yapmadığı. için, «olmaz!» diye kestirip atmıştı babası. Sokağa çıkmasını bile yasaklamıştı. Çıksa, dövüyordu. Vurdukça: «Dövme, baba! Döveceğine versene!» diye dayatmış, dinletemeyince de bir gecede kaçıvermişti oğlana. Şimdi vermesindi bakalım. Bir nikâhla kopuvermişti baba evinden. Sonra… Bir askerlik dönemi bile sürmemişti evlilikleri. Kocası ilk iznine gelirken otobüs kazasında gidince, kundaktaki çocuğuyla kalakalmıştı…

Oğlunun yüzüne uyurken bakmak, duygulandırırdı onu. Övünçle kıvancın karıştığı bir duygu. Oğlan anasıydı! Büyüdüğünü, serpildiğini gördükçe içinden tutuşuyordu. Okullarını bitirdikçe boy atacak, sırım gibi bir genç olacaktı. Sonra üniversitede öğrenci. Bir de bakmışsın, öğrenim bitmiş. Oğlu doktor! Görecek miydi o günleri?… Memur olmasındı. Memurlar açla tok arası. İnsanca yaşamak isterse, çalacak. Çalmıyor, çalamıyorsa kötü yollara düşecek. O günleri hele bir bulsunlardı. O günlere sağ, sağlıklı çıkmak da bir sorun. Baksana, nerdeyse her gün bir yiğidi kavak gibi indiriveriyorlar. Hangi kıraç topraklarda yeşerdi, boy attı, fidan iken ağaç oldu, diyen var mı? Bakıp büyütene acıyan kim? Toprak bitirmesin, fidanlar yeşermesin istiyorlar…,

Öptü yanağından. Usulca seslendi adını. Bir daha, bir daha… Omzundan sarstı hafifçe. Kirpikleri oynadı çocuğun. Gözleri yarı açıldı. Donuk donuk baktı yüzüne. Yorganın dışında kalan kollarını dikti, gerindi, esnedi. Döndü yüzünü duvara, yeniden uykuya varacakken: «Kalk, yavrum!» dedi, sesini yükseltti, «Geç kalacağız!» Oğlan yatağından doğruldu. Başını önüne düşürerek bekledi. Uyku sersemliği üstündeydi.

Mutfağa geçti. Ne varsa koydu masaya. Oğlu sevsin sevmesin. Zeytinden reçele. Hepsini. Bir de rafadan yumurta. Karnını bir güzel doyursundu. Cumartesiye değin okulda. Ne verirlerse onu yiyecek. Önüne çıkabilirken yesindi evlatçığı.

Çay hazırdı.

Kahvesini bitirmiş, ikinci sigarasını da söndürmüştü. Yine de kurtulamamıştı üzüncünden. Her pazartesi aynı kürek acısı. Oğlu, ne yapsa alışamıyordu bir türlü annesinden ayrı kalmağa. Okula varırlar. Tam ayrılacakları zaman, sarılır boynuna, bırakmak istemez. Öper, öper anacığını. Zor kurtulur kollarından. Göz göze gelirler. Ağladı, ağlayacak olur.

Kâtibin masasına yaklaştı. «Arayan oldu mu beni?»

Sormak değil de düşünceden kaçmanın zorlamasıydı bu.

Nüfus kâtibi, miyop gözlüğünün üstünden bakarak:

«Olmadı, Memur Hanım!» diye yanıtladı soruyu. Ak saçlı, uzun yüzlü, ince bir ihtiyardı. Masasındaki kütük defterinin sayfalarını hışırtıyla çevirmeyi sürdürdü.

Odaya çift kanatlı, iri mandallı bir kapıdan giriliyordu. İçerde kömür, toz ve küf karışımı bir koku. Kalın, isli duvarlar. Duvarlarda etiketlenmiş, büyük raflar. Cilt cilt kütük defterleri… Ahşap, çürük döşemenin üstünde bir dirseği eğri tutturulmuş kömür sobası, iki çelik masa, birkaç sandalye. Kapının tam ardında bir musluk, ayna.

Aynanın karşısına geçti. Bugün kendini tutamamış, ağladığını göstermemek için, oğlundan kaçar gibi ayrılmıştı. Trende pencere kıyısına oturmuş, başını cama döndürerek boşanıvermişti… Makyajı bozulmuştu. Uzun uzun baktı görüntüsüne. Gözleri kızarmış, rimel kıyılarına yayılmıştı. Mendilinin ucuyla silmeğe çalıştı. Güzel bir yüzü vardı kadının. Siyah, düz, uzun saçları omuzlarına iniyor, yüzünü yanlarından kapıyordu. Çekik, bal rengi gözleri, basık küçük burnu, kalın dudaklarıyla bir melezi andırıyordu.

Kapı açıldı. Kaymakamlığın Tahrirat Kâtibiydi gelen. Şakacı, gürültücü, babacan bir adam.

«Vay, Hamduna Abla! Bakıyorum, ağlamışsın bugün…»

Tam da kapının ucunda karşılaşmışlardı. Bilirdi pazartesi günleri niçin üzgün olduğunu. Bilirdi de takılmadan edemezdi. İri kıyımın biri. Çok konuşan, vara yoğa gülen, vurdumduymaz takımından.

«Eh, bugün Pazartesi ya….»

Etli, kocaman elini nüfus memurunun sırtına koyarak:

«Aldırmaaaa! O, çocuktur. Nasıl olsa büyür. Üzme kendini!» dedi.

Yanındaki adamı göstererek:

«Sizi tanıştırayım. Aile doktorumuz Ahmet Bey. Bu hanım da nüfus memurumuz. Adiyle, sanıyla Hamduna Ablamız!»

El sıkıştılar. Öfff… Ne biçim el sıkmaktı bu? Parmaklarının ucuyla tutuyor insanın elini. Karşısındakinden sanki bir hastalık bulaşacak…

«Buyurun, şöyle!» dedi nüfus memuru, yer gösterdi.

Oturdular.

«Size ne ikram edebilirim? Çay, kahve, meyve suyu…

Tahrirat Kâtibi, ağırlığını sandalyeye yerleştirmeğe çalışırken:

«Sağol, bacı! Şimdi içip de geldik… Ahmet Bey, bizim bölgeden. Kayıt sureti çıkartacağız.»

«Hay hay!» dedi Nüfus Memuru, Tahrirat Kâtibinin uzattığı notu aldı.

Doktor; şişman, kısa boylu. Tostoparlak gövdesinin üstünde saçsız, büyük bir kafa. Patlak, bir de çift göz. İri bir burun, kısacık bacaklara yüklenmiş, şişkin bir göbek. Kasılıyor, tepeden tepeden bakıyor insana. Sevimsizin biri.

Nüfus Memuru notu kâtibine vermiş, o da rafları karıştırmağa başlamıştı.

Doktor, cebinden bir yenice paketi çıkardı, kalktı, Nüfus Memuruna tuttu. Kapkara suratı, boğuk sesiyle, mırıldanır gibi:

«Almaz mısınız?» dedi.

Kadın, incelikle:

«Teşekkür ederim» dedi, «değiştirmeyeyim.»

Masanın üstündeki Kent paketinden bir sigara aldı, şık çakmağıyla yaktı.

Doktor bir tuhaf adamdı. Bozulur gibi olmuştu. Şakayla karıştırarak:

«Kusura bakmayın. Biz ancak Yenice içebiliyoruz» dedi.

Adam söylediği ile kalsa, otururken Tahrirat Kâtibinin kulağına bir şeyler fısıldamasa, ardından da gülüşmeselerdi, «şaka» deyip geçecek, dediklerinin üstünde durmayacaktı.

«Siz ne demek istiyorsunuz, beyefendi?»

Doktor, bu beklenmedik çıkış karşısında bocaladı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Bir iki kez yutkunduktan sonra:

«Hiiiç… Şaka yapmak istedim.»

«Böyle şaka olmaz, beyefendi!…,»

İlk anda durumu pek kavrayamayan Tahrirat Katibi, gergin havayı yumuşatmağa yeltendi.

«Sen şakadan anlardın, bacım? Ne oldu bugün sana?…»

Nüfus Memuru sesindeki dikliği değiştirmeyerek:

«Beyefendi yakıştıramadı bana Kent içmeyi. Aklından neler geçiyordur, Allah bilir. Hakkı var mı buna?»

Tahrirat Kâtibi, başka bir yolu denedi, Anlamsız gülüşlerinden birini daha patlatarak:

«İlahi, Hamdune Abla! Kime ne başkasının içtiği sigaradan, yabancı sigaralar sebil şimdi. Hamalların bile ağzında. Sen neden içmeyecekmişsin. İnsan neye alışırsa onu içer. Canı neyi isterse. Doktor Yenice’ye alışmış. Bunu söylemek istedi.»

Nüfus Memuru:

«Hayır, Başefendi! Sözle kalmadı. Size bir şeyler fısıldadı. Sonra da gülüştünüz. Anlıyorum ne düşündüğünü. Demek istedi ki…»

Doktor, kadının sözünü tamamlamasını beklemeden, kasılarak:

«Size nasıl geliyorsa öyle olsun. Hem siz kiminle konuştuğunuzu unutuyorsunuz galiba» dedi.

Nüfus Memuru, alaysı bir gülüşle:

«Kim olursanız olun, hiç farketmez. Çiğ yemedim ki karnım ağrısın. Benim hiç kimseden bir çekintim yoktur… Dinlemek isterseniz, nasıl olup da Kent içebildiğimi anlatırım size.»

Kâtip, kayıt suretini hazırlamıştı. İmzaya getirecekken durmuş, kulak kesilmişti. Tahrirat Kâtibine gelince; o, Nüfus Memuru’nun nasıl delidolu bir kadın olduğunu bilirdi. Delisi tuttu mu, kimseyi dinlemezdi. Bugün üstündelerdi. En iyisi susmak, üstüne daha çok varmamaktı.

İşi tatlıya bağlama eğilimine giren doktor:

«Beni ilgilendirmez. Ama ille de anlatmak istiyorsanız, buyurun, sizi dinliyorum,» dedi.

«Anlatacağım, beyefendi!» diyerek başladı söze Nüfus Memuru. «On yıllık memur sayılırım. Elime bin beş yüz liraya yakın para geçer. Yedi yüzü ev kirasına, dört yüz elli lirası da oğlumun yatılı okul ücretine gider. Ne kalıyor geriye? Üç yüz elli lira, diyelim. Ne yaparsınız benim yerimde olsanız bu parayla? Yemeye, içmeye, giyinmeğe, elektriğe, suya, gaza, yola mı verirsiniz? Gazete kitap mı alır; sinemaya, tiyatroya, yıllık izinde geziye mi gidersiniz?… Şaka bir yana, bu parayla insan karnını bile doyuramaz, Doktor Bey!… Bu durumda tutulacak iki yol var. İlki: Rüşvet almak. Kolay bu. Gerçeği saptırmadan da yapılabilir. İş sahiplerine —bugün git, yarın gel!— dersin. İşi ivedi olanlar anlarlar ne istediğini. Parayı veren şıppadak alır belgesini. Al gülüm, ver gülüm hesabı. Hadi, bu cesaret işidir, diyelim. Daha kolayı var: Varlıklı nineler, dedeler de geliyorlar dairemize Kalksam, buyur etsem, yer gösterip ellerini öpsem, en azından birer onluk sıkıştırırlar avucuma. Biri memurluk, öteki insanlık onuruma yakışmaz. Yapamam. Tutulacak ikinci yol…»

Durdu, düşünmeye vardı. Açıklasa mıydı bu yolu? Açıklarsa nasıl karşılanırdı? Anlayış bekleyecek değildi. Ters bir şey söylemesin, damarına basmasınlar da. Ok yayından çıkmıştı. Susamazdı artık.

«İkinci yolun devletin işiyle, memurluk görevimle bir ilgisi yok. Özel yaşamımla ilgili. İş sahiplerinden bana göz koyanlar çıkar. Bekârlara, gençlere yüz vermem. Onlar insana bağlanır, tehlikeli olabilirler. Paralı, yaşlı evlileri seçerim. Böyleleri sır saklamasını da bilirler. Karşılığında para, giysi, armağan… Beyoğlu’nda, Boğaz’da yemeler, içmeler, eğlenmeler de cabası!…»

Kent’ten derin bir nefes daha çektikten, sigarayı kül tablasına bıraktıktan sonra, ıslanan gür, siyah kirpiklerini parmaklarının ucuyla kurulamaya çalışarak:

«Şimdi anladınız mı Doktor Bey, Kent sigarasını nasıl içtiğimi ve de üç yüz elli lirayla geçinmenin sırrını, devlet işine hile katmaksızın? Ha?..»