İlaç / Öykü 1993

İLAÇ                                                                  Muammer Yüzbaşıoğlu, Öykü, abece 1993 Haziran / 82

Yusuf önde, Salih Emmi arkada eczaneye girdiler.

Bugün ilçenin pazarıydı. İçerisi kalabalık. Çoğu köylü. Kimi oturmuş, kimi ayakta.

Eczacı,

“Buyurun, efendim!” dedi yeni gelenlere. Reçetelerini istedi. Uzattılar. Önünde biriken reçetelerin alt sıralarına koydu aldıklarını.

Cam dolapların önüne dizilmiş iskemlelerden biri boştu.

“Biraz bekleyeceksiniz. Şöyle oturun, buyurun!”

Yusuf’la köylüsü Salih Emmi, ayakta bekleyenlere baktılar. Oturmağa yeltenen yoktu.

“Geç, otur!” dedi Yusuf Salih Emmi’ye.

Yusuf, elma sırığı gibi bir adam. İri kemik. Avurdu avurduna çökmüş. Orta yaşı geçkin. Sırtından soluklanıyor. Dingin dingin bakıyor soluk benziyle.

Salih Emmi, bir köylüyle bir kentlinin arasındaki iskemleye ilişti. Solundaki adam, temiz pak. İyi giyinmiş. Kravatlı. Ayakkabısı gıcır gıcır. Omzu kolu, bacağı değiyor adama. Bir ona, bir kendine baktı. Sırtındaki toz toprak. Yağırlaşmış. Kokuyordur da. Rahat edemedi. Kaykılmak istedi sağındaki köylüye doğru. Kentlinin soluğunu duydu ensesinde.

“Rahat otur. Yaslan şöyle arkana!”

Adam biraz daha sıkışmış, ona yer açmıştı.

“Sağ ol, efendi! “dedi Salih Emmi, sırtını camlı dolabın kıyısına dayadı.

Yusuf’a baktı. Kapının ucunda. Bir ilaç dolabının önüne dikilmiş. Oradan başlayan camlı dolaplar, eczanenin üç bir yanını dolanıyor: Kat kat. Üstlerine de tavana değin pamuk, gazlıbez paketleri yığılmış. Dolaplarda renk renk paketler, kutular, şişeler… Eczanenin ilaçtan nefes alacak yeri kalmamıştı. İçerisi baygın baygın kokuyordu. Sokağa bakan büyük camda bir yılan resmi. Dilini çıkarmış, çatal dilini. Bir kaba yanaşmış. “Süt çanağı olmalı” diye geçirdi içinden. “Ilan süde gelir der-ler ya…” İyice takıldı kafası bu yılan resmine. Gözlerini bir türlü ondan ayıramadı. “Ne işi var ki ilan tasfirinin ezzanede?…”

— Eczacıya ilişti gözleri. “Makine gibi çalışıyor maşşallah!” diye düşündü. Kırkını aşmıştı. Dazlak ka-falıydı. Şişman, beyaz. Sırtında kısa kollu gömlek. Gözlüğünün ardından fıldır fıldır bakıyor insana. Konuştukça çürümüş, sararmış dişleri ortaya çıkıyor. Elindeki reçeteden ilaçları okuyor, kalfa da duyduklarını yineliyor, bir dolaptan ötekine koşuyordu. Kıvırcık saçlı, yeşil gözlü, güler yüzlü, ince bir adam kalfa. Eczacının bir dediğini bir daha söyletmiyor. Yalnız müşteriye tatlı, yumuşak o. Kalfaya geldi mi, sert, kesin. Parlayıveriyordu arada bir.

İlaçlar tezgâha sıralanıyor. Hesap makinesi, para kasası yanıbaşında eczacının. Paralarına bakıp bakıp dokunuyordu aracın tuşlarına. Kolu hızla çeviriyor. Sonra hesap kağıdını koparıp çıkarıyor makine- den. Toplamı reçeteye geçiriyor. Bir de lastik damga üstüne. Tamam. Sahibinin adını okuyor sesli-

ce:”….Bey!” Adını duyan tezgâha yanaşıyordu. “…… lira!” diyor. Hesap pusulasını, reçeteyi, ilaçları üstünde eczanenin adı yazılı naylon torbaya dolduruyor. Parayı alıyor çabucak. Bir başka makinenin tuşlarına basıyor, kasayı çıngıraklı seslerle açıyor, kağıt paraları gözlere yerleştiriyor, verecekse üstünü veriyor, ardından da:

“Güle güle, efendim! Geçmiş olsun. Allah hayırlı şifalar” diyordu.

Yusuf’la Salih Emmi izleyip durdular bu değişmeyen alışveriş düzenini. Sıraları gelinceye dek. Çocuksu bir ilgiyle. Bıkmadan.

“Yusuf Bey!”

Yusuf, köylüsünün yanında boşalan bir yere oturmuştu. Eczacının çağırdığını duyunca, avuçlarını dizlerine bastırdı. Kollarından aldığı destekle doğrulttu iri gövdesini. Kasaya yanaştı.

“Yüz yirmi lira!”

Yusuf’un kemikli eli koyun cebine daldı. Terden rengi atmış, yağ bağlamış bir cüzdan çıkardı. Açıl-masın diye bir kırmızı lastik geçirmişti enlemesine. Lastiği gerdi, çıkardı. Açtı cüzdanını. İçinden iki tane yüzlük aldı, eczacıya uzattı.

“Buyurun üstünü! Seksen lira. Güle güle, efendim! Geçmiş olsun. Allah hayırlı şifalar.”

Yusuf çekildi ilaç torbasıyla bir kıyıya.

Eczaneye gireli Salih Emmi’nin içinde bir kuşku; “Param ya çıkışmazsa?…” Bu kuşku, bir burgu gibi dele dele canevine işliyordu. Yusuf’tan sonra sıra kendisindeydi. Çağrılmadan kalktı, tezgâha sokuldu. Geniş omuzlu, kalın yapılıydı. Saçı sakalı ağarmıştı. Basık burnu, yüzüne tutturulmuş gibiydi.

“Ayşe Yıldız!”

“Bizim!” Dedi Salih Emmi kısıkça.

“Yüz on sekiz yetmiş!”

Korktuğuna uğramıştı Salih Emmi. İrkildi. Bir zehirli yılan çıkmıştı sanki yoluna. Kesildi eli ayağı. Dili damağı kurudu nerdeyse. Yutkunarak:

“Bir yanlışın olmasın, efendi?”

Eczacı, alışveriş düzenini bozan bu müşteriye kızdı. Güler yüzü, tatlı dili, siz’i, bey’i bir yana bıraktı.

“Ne yanlış’? Kör müsün, maki-neyle yapıyoruz hesabı!”

Salih Emmi kıstı sesini.

“Bu gadan dutacağını bilmiyordum.”

“Orası beni ilgilendirmez. Doktorun ne yazdıysa onları verdim.” Salih Emmi de attı elini koyun cebine. Parmakları bir tırmığın dişleri gibi taradı içini. Yok. Aman, etme! Ötekinde mi? Dur. Hele… Hadi, neyse. Öteki cebimdeymiş. “Kafa kağıdı”nı çıkardı cebinden. Kimlik cüzdanının arasında iç içe katlanmış bir yüzlükle bir yirmilik kalmıştı. Düşündü. Hepsini yerse bir tütün parası artardı. Köye Yusuf’un arabasıyla döneceklerdi ya, hancının parası ne olacaktı? Hancı aksi, naşal adamdı. Onun veresiyesi yok. Ele güne karşı rezil ederdi adamı.

“Param çıkışmayacak. Yirmisini önümüzdeki pazara getirsem olmaz mı?’

“Olmaz!” dedi eczacı.

Salih Emmi’nin başı önüne düştü, eczaneyi üstüne çöküyor sandı. Ne desindi, ne yapsındı şimdi? İlacın yüz liralığını alsa olur muydu? Adam razı gelse doğru olur muydu yaptığı? Ayşe Kadın özünden kesik. Handa bütün gece uyumadı. Öksürdü durdu kötü kötü.

“Haydi babacığım, bekletme beni! İşimizi görelim.”

“Bunların hepsini almasam olmaz mı?”

Eczacı daha da kızmıştı.

“Olmaz! Doktor ne yazdıysa onu alacaksın. Hem ben nasıl ayırabilirim alınacakla alınmayacakları?”

Yusuf yanıbaşındaydı. Bir yirmi lira borç istese ondan? Bilirdi Huyu-nu. Vermezdi. Babasına hayırı do-kunmazdı onun. Köyde nam yapmıştı eli sıkılığıyla. Albasmışa döndü Salih Emmi. Kızardı, bozardı. Gözünün ucuyla Yusuf’a baktı. Olur ya… Yusuf çeviriverdi başını sokaktan yana.

Topladı kendini. Kaşları gerilmiş, alnındaki kırışıklıklar daha da derinleşmişti.

“Sen yüz liralığını ayırıver içinden. Olursa. Olmazsa, kalsın.”

Eczacı, müşteriyi kaçırmak niyetinde değildi. Yumuşadı.

“Peki, ama doktora, yoktu da alamadım, deme. Bizde bütün ilaçlar bulunur. Sen istedin de öyle ayırıyorum.”

Torbayı açtı, ilaçların içinden iki kutuyu ayırdı. Bir kağıda yazdığı sayıları topladı.

“Tamam” dedi. “istediğin gibi oldu.”

Kalfayı çağırdı hışımla.

“Kaldır şunları yerine!”

Kalfa, eczanenin laboratuvarındaydı. “Geliyorum, efendim! Bir dakika.”

Yusuf önde, Salih Emmi yine arkada eczaneden çıkmak üzereydiler.

Eczacı arkalarından seslendi:

“Salih Bey, durun bir dakika! İnce hastalık için yazılmış o ilaçlar. Almadıkların kuvvet şurubu. Boğazına baksın, o ilaçların yerini tutar. Et, süt, tereyağı, yumurta ver. Meyve de yesin!”

Salih Emmi döndü eczacıya. Püskül püskül olmuş kaşlarının altından ateşlenmiş kav gibi bir çift göz dikildi eczacının yüzüne.

“Sen o ilaçları kendine sakla efendi!” dedi. “Afiyetle içersin.”

Eczacı bocaladı, ne karşılık vereceğini bilemedi. Salih Emmi kamıştan sinekliği aralayıp dışarı çıktığı sıra, döner koltuğundan fırlayarak bağırdı ardından:

“Alın da kaçan mı? Öyle yağma yok…”

Hırsını yenememişti. Salih Emmi eczanedeyken yanında oturan kentliye:

“Gördün mü, işi gücü bırak, iyilik et herife. İşte ödülü! Böylelerine bir s…. çekeceksin en iyisi. Ne çarıklı erkanı harptir bunlar… İnsana pabucu tersinden giydirirler.”

Eczacı çıktıktan sonra ilk kez görüşüyorlardı. Aynı mahallede büyümüş, ilki, ortayı aynı sınıflarda okumuşlardı. O, yoksulluktan liseye gidememiş, öğretmen okulunu bitirmişti. Şimdi uzak illerimizden birinde ilkokul öğretmeniydi. Kendisi İstanbul’un paralı okullarından birine yazılmış, kolejden sonra eczacılık fakültesine girmenin de yolunu bulmuş, kala geçe eczacı çıkmıştı. Okulu bitirdiği yıl babası ölmüş, ilçenin en işlek yerindeki “Şifa Eczanesi” ne kuruluvermişti. Ardından varsıl ailelerden birinin kızıyla da evlenince, en saygın kişilerinden biri olup çıkmıştı.

Köylünün ardından yeterince atıp savurdu. Sıra tecimsel görüşünde. Dükkan kapısı dediğin, hak kapı-sıymış. İnsanlarımız, köylülerimiz hele pek iyi becerirlermiş kendilerine acındırmasını. Bu yüzden katı olmalıymış katı. Kimsenin gözünün yaşına bakmamalıymış.

Eczacı, arkadaşının başından beri donuk bir yüzle dinlediği, tek sözcükle katılmadığı konuşmasını sürdürecekken, patlak gözlü, topacık bir adam geldi. Bir şeyler konuştular aralarında.

“Peki” dedi eczacı sonunda. “Kalfayla göndereyim. Yirmi bin liralık çek. Tamam mı? Oldu, canım.”

Adam çıkınca; “Demir lazımmış. Yeni bir inşaatım var da…”

Öğle üzeriydi. Bir köylü girdi eczaneye. Külot pantolonunun dizleri, işliğinin dirsekleri açılmış, ince dalan bir köylü. Hükümet dairesindeymiş gibi, kasketini çıkarmış, kasket tutan elini bacağına yapıştır-mıştı. Öteki elinde reçete.

Eczacı uzandı yayıştığı koltuktan, reçeteyi aldı.

“Buyurun, efendim!” dedi. “Oturun şöyle”.