

HACİZ Muammer Yüzbaşıoğlu Varlık, Ekim 1976, Sayı 829
Yetim Ahmet, keskin ağzı güneşte parıldayan tırpana son yarım daireyi çizdirince tarlanın üst başındaki ahlat ağacına doğru yürüdü. Sıcaktan ortalık kavruluyor, birbirine eklenen issi sesleri ovada yankılanıyordu. Apış arası terden sırılsıklam olmuştu. İşliğini sıksa suyu çıkacaktı. Ağacın gölgesindeki kıl heybeden nimetini aldı, çömeldi, ibiğini ağzına dayadı. Su, uyumlu seslerle boğazından ılık ılık kaymağa başladı… Doğruldu. Başı ağacın alt dallarına değiyordu. Uzun, kalın parmaklarını saçlarının arasına daldırdı. Sık, kara saçları tozdan, sıcaktan vıcık vıcık olmuştu. Kaşlarından süzülen ter gözlerini yakıyordu. İşaret parmağını kıvırdı, teri parmağının içiyle alnının sağ yanına topladı, terle dolan parmağını silkti. Tarlaya baktı. Baştan sona uzun uzun süzdü tarlayı… Ekine gün ağarımıyla girmişti. Buğdaylar diz boyunu aşmıştı. Dolgun başaklar, sabah yeline uyarak, gevrek saplarıyla nazlı nazlı sallanıyor, sürtünmelerinden tatlı hışırtılar çıkıyordu. Tırpanı göğsüne dayamış, avuçlarına tükürmüş, sapını bir içinden bir dışından kavrayarak biçmeğe başlamıştı… Gelincikle, haşhaş çiçeğiyle karışık ekin, biçildiği yerlerde dizi dizi yatıyordu şimdi. Dün, kuşlukta, komşu köyden Hacı Ahmet Ağa ile tarlaya inmişlerdi. Ağa eşeğine atlamış, Yetim Ahmet de yaya, ardına düşmüştü. Hayvan kaba tüylerini yeni dökmüş, sıpalıktan henüz çıkmıştı. Sırtındaki belini çökerten, seksen kiloluk yüke aldırmamış, bayır aşağı öyle bir tırısa kalkmıştı ki Ahmet yetişeceğim diye tıknefes kalmıştı. Alt dudağının bir ucuna yapıştırdığı sigaranın dumanından kaçınmak için gözlerini iyice kısan Ağa: «Ihı, burası!» demişti, kart sesiyle, «Dipten dipten keseceksin. Başakları da dağıtma! İşini bitirince gel, hakkını al!» Başka tek sözcük konuşmadan hayvanın başını çevirmiş, kapkara, yağırlaşmış giysileri içinde, kaybolup gitmişti yolun bir ucunda. Ağa dedikleri böyle olur. Yanyana yürümez kulla, ırgatla. Bir araya gelince de pek konuşmaz. «Tam istediğin gibi oldu, Hacı Ahmet Ağa!» diye söylendi. «Gönlün doymaz ya, gözün doysun bakalım…» Heybesini omuzuna aldı, tırpanı da heybenin üstüne atı. Ahlatın yanındaki çalıyı dolaşarak araba yoluna indi. Teri soğumaya başlamıştı. Boşta kalan eliyle beylik pantolonunun cebinden bir çevre çıkardı. Bir ucundan silkeleyerek açtı çevreyi, avucuna yaydı. Tam silinecekken, durdu, çevreyi burnuna götürdü. Ayşe’nin dürü çevrelerinden biriydi bu. Çeyiz sandığından yeni çıkardığı belliydi, ayva yaprağı kokuyordu. Güzün evlenmişlerdi. Askerlik dönüşü, neliklerle… Ayşe’nin annesinden başka kimsesi yoktu. Kadın: «İki çılbak bir hamamda yaraşır» demiş, diretmiş, kızını bir yoksula vermek istememişti. Ayşe de dayatmış: «Vermezsen, kaçarım. Kaparsan, asarım kendimi» demişti. Konu komşu araya girmiş, yoksulluktan çok çekmiş olan ananın gönlünü yapmışlardı. Ahmet’in içi kabarmağa, yüreği hızlı hızlı vurmağa başladı birden. Dört köşesi iğne oyasıyla işlenmiş çevreyi sıktı avucunda, yüzüne gözüne sürdü, derin derin kokladı… Kokladıkça bir gevşeklik geldi üstüne; esnemek, gerinmek istiyordu.
Adımları sıklaşmıştı.
Ayşe, bir odaya kapatılmış kuşçasına bir duvardan ötekine vuruyordu. Pencereden pencereye koşuyor, Ahmet’in yolunu gözlüyordu. Göremeyince kendini sedire bırakıyor, yazmayla örtülmüş başını kınalı avuçlarının arasına alıyor, bir süre oturuyor, kalkıyor, yine pencerelere koşuyordu. Kimi zaman da ne yapacağını bilemiyor, bir şalvarını çekiyor, bir yazmasını düzeltiyordu. Selvi boylu, çevik bir tazeydi. Ceylan gözlü, buğday benizli.
Muhtar, kocasının adını ünleyince kapıya çıkmıştı.
«Ayşa Gadın, yok mu Ahmet evde?» Muhtar’ın yanında silahlı bir candarma, eli çantalı bir yabancı görünce, ne diyeceğini şaşırmıştı.
«……………………….»
«Ahmet evde değil mi?»
Titrek bir sesle:
«Ekin biçmeğe gitti.»
«Ne zaman gelir?»
«Gelesi oldu, Muhtar Emmi!»
Ahmet’i niçin aradıklarını soracaktı, korkudan soramadı. Çekildi içeriye, kapıyı örttü.
Bir katillik, uğursuzluk yapmasındı?… Yok, öyle şeyler yapmazdı o. Kore kahramanıydı. Vurursa düşman askerini vururdu. Kore’den dönüşü canlandı gözlerinin önünde: Köy meydanında nasıl bir coşkuyla karşılanmıştı… Bir yandan davul zurna çalınıyor, bir yandan bayraklar sallanıyor, bir yandan da havaya çifteler, tabancalar sıkılıyordu… Bütün köy hopacığa kalkmıştı. O gün aklından hiç çıkmaz. «Geliyooor!..» denildiğini duyunca, koşmağa çalışırken merdivenden yuvarlanmıştı… Kimsenin malında, ırzında da gözü yoktur onun. Bir iftiraya uğradıysa?… Kim yapardı bunu? Düşündü… Yapsa yapsa Köse’lerin Halil yapardı. İstemişler, eşiklerini aşındırmışlardı da yine varmamıştı o nursuza. Kininden yapar mı yapardı böylesi…
Odanın köy yoluna bakan, tek kanatlı penceresine dikildi. Yoktu görünürlerde kimse. Sokak penceresine vardı, güllü basma perdeyi araladı. Candarma karşı evin gölgesine çömelmiş, sırtını duvara vermiş, silahını da kucağına yatırmıştı. Muhtar’la yabancı, kapılarının önünde ayaküstü bir şeyler konuşuyorlardı. Sokak gittikçe kalabalıklaşıyordu. Ayşe tutamadı kendini, sedire kapandı.
«Ahmet’im, çık gel nerdeysen! Ele güne karşı irezil etme beni…»
Yetim Ahmet, iki göz damının bulunduğu sokağı kalabalıklaşmış görünce, irkildi. Kimi evlerin pencerelerinden, avlu duvarlarından kadınlar başlarını uzatmışlardı. Kapılarının önüne çıkan erkekler vardı. İrili ufaklı çocukların oluşturduğu kalabalığın arasından geçti. Candarmayı, evinin kapısında bek-leyen Muhtar’la çantalı yabancıyı görünce, korktu. Ayşe’nin başına bir hal gelmesindi?… Köse’lerin Halil…
Ahmet’i gören Muhtar el etti:
«Gel! Biz de seni bekliyorduk.» Ahmet bir koşuda ulaştı yanlarına.
«Hay’rola, Muhtar?» dedi soluk soluğa.
«İçerde konuşuruz. Gonu gomşuya seyir olmayalım.»
Ahmet bir muhtara, bir yabancıya, bir candarmaya baktı. Yüzlerinden ne istediklerini çıkarmağa çalışıyordu. Tırpanı, heybeyi indirdi omuzundan.
«Ayşa, aç kapıyı!»
Kapı aralandı. Muhtar yabancıyı, ardından candarmayı buyur etti içeri. Sonra da kendisi girdi daracık kapıdan. Ahmet, eşikte Ayşe’nin gözlerini aradı. Yazmasının açık bıraktığı gözleri, burnunun ucu kıpkırmızıydı. Ağladığını sezmişti karısının. Korku, kuşku dolu gözlerle baktılar birbirlerine. Muhtarla yabancı sedire oturdular. Candarma da silahını sokak penceresinin kıyısına dayadı. Pencerenin önündeki mindere bağdaş kurdu.
Muhtar ayağının birini altına yerleştirmeğe çalışırken:
«Vergi işine gelmişler» dedi.
Yetim Ahmet’in yüreğine su serpilmişti. Ayşe’sine bir şey olmasındı da…
Kravatlı, iskarpinli, alçacık boylu, sarışın adam sürdürdü konuşmayı:
«Köyünüzün yeni tahsildarıyım ben. Kaç yıldır tarlanın vergisini vermemişsin. Evinki de birikmiş.» Adam, azarlar gibi konuşuyordu. Hem de keçesinin üstünde.
«Karar var. Eşyanı hacize geldik!»
Ahmet’in az önce soğuyan yüreği bir anda közle doldu.
«Mamır Bey, iki yıldır askerdeydim. Altı ay oldu olmadı döneli. Gücüm yoktu. Ödeyemedim. Şimdi de yok ya. Evinki neyse ne. Tarla dediğin taş, kaya. Eksen ekilmez, diksen dikilmez… Irgatlıkla geçiniyorum. Çifte giderim, ekin biçer, harman kaldırırım… Harman sonunu bekleyiver. O zaman öderim borcumu!»
Küçükken babasını, aklı ermeğe başlayınca da anasını yitirmiş, onun bunun yanında büyümüş olan Yetim Ahmet hazırol’a durmuş, öyle konuşuyordu. Askerlikten kalma alışkanlığı, bir de köylünün candarma ve tahsildar karşısındaki yılgınlığındandı bu. Kestirip attı tahsildar:
«Haciz kararı var. Eşyanı alır götürürüz biz de!»
Ayağa kalktı. Evin damına soyulmuş kavak dallarının üstü kamışla örtülmüştü. Sedirde bir telis eskisi, kıyılarda birkaç yeni minder, dipte çarşafla örtülmüş bir yatak yükü, ortada bir yeni kilim. Sokak penceresine yerleştirilmiş teneke kutularda iki sardunya ve sakız gibi badana edilmiş duvarlar. Sedirin üstündeki duvara bir ayna asılmıştı. Aynanın çerçevesine sıkıştırılmış birkaç fotoğraf. Ahmet’in askerlik anıları. Bir de Kore’de verilen madalyası Ahmet’in.
Tahsildar madalyayı parmağının ucuyla oynayarak:
«Nedir bu?»
Ahmet, başını bir suç işlemiş gibi önüne eğdi.
«Kore’de verdiler. Sahabı çıkmazsa bizim.» Tahsildardan birkaç övgü sözcüğü bekledi. O, katı tutumunu değiştirmeyerek:
«Bitişikte ne var?» diye sordu.
Bitişiğe geçtiler. Mutfağımsı, daracık bir yerdi burası. Bir hayvan bağlanacak kadar. Yeni sıvanmış bir ocak, ocağın üstünde raf, rafta kapkacak.
Tahsildar dönüp geldi odaya. Gözüne yükün altındaki sandık ilişmişti. «Ne var bu sandığın içinde?.» Konuşmayı dinleyen Ayşe, aralıktan odaya girdi.
«Dürü sandığım» dedi usulca.
Tahsildar Ahmet’e döndü:
«Aç da, görelim!»
Ahmet’in güneş yanığından pul pul olmuş kemikli yüzü bozuluverdi. Soluk dudakları titriyor, burnundan burnundan soluyordu. Nasıl açılırdı o sandık? İçinde karısının öteberisi, çamaşırları vardı.
«Açılmaz o sandık. İçindekilerden alınacak bir şey yok!»
Dikleşmiş, duruşunu da değiştirmişti. Az önceki suskun, ezik Yetim Ahmet değildi artık. Tahsildar, ince bıyığını alt dişleriyle geverek bir süre baktı Ahmet’e. Ters bir adamdı. Çakır gözleri Ahmet’in kömür karası, belermiş gözlerine dikilmişti.
«Karşı gelme! Aç dedim sana şu sandığı!»
Yuğgu taşına benzeyen Muhtar, elindeki iri taneli tesbihi şakırdatarak:
«Aksilik etme, Ahmet! Yap sana denileni!»
Muhtar’ın çıkışmasından sonra, sıranın kendisine geldiğini düşünen candarma, oturduğu yerden doğrulur gibi yaptı. İnce, dalan biriydi.
«Gaffamı bozmağa başladın ha… Ayağa galdırma beni!..»
Ahmet’in gözlerinin önünde siyah siyah bir şeyler uçuşuyor, içi daraldıkça daralıyordu. Şimdi de damarlarından kanı çekilmiş gibi olacak, başı dönecek, dili tutulacak ve sonra… Kore’deki gibi, vuruşurken nasılsa, öyle…
«Alınacak bir şey yok dedim size o sandıkta! Bizimkinin giysileri… Açamam dedim o sand…»
Ahmet’in bağırmasına yerinden fırlayan candarma, tahsildarın önüne dikilen Ayşe’yi kolundan asılarak savurdu odanın bir köşesine. Tahsildar, bir çekişte devirdi yatak yükünü. Ortalığa dağılmış yatak yorganın üstüne basarak sandığın kapağını tam kaldıracakken atıldı Ahmet, kaptı candarmanın pencere kıyısına dayalı mavzerini, çevirdi namluyu tahsildara. Kulakları patlatan bir gümbürtü koptu. Tahsildar devrildi yatağın yorganın üstüne. Bir gümbürtü daha! Muhtar iki büklüm oldu sedirde. Bir daha! Candarma pencerenin önüne yığılıverdi.
Oda baruttan ine dönmüştü. Ayşe çıktı geldi dumanların arasından. Ahmet’i buldu. O, taş kesilmiş bir anıttı şimdi. Sarıldı Ayşe Ahmet’in boynuna çiçekleri solmuş sarmaşık gibi.
«Ahmet’im, söndürdün ocağımızı!… Ne yaptın, Ahmet’im?… Uy, başımıza gelenler…»
Ahmet dayanamadı, kurtardı kendini karısının sıkan, sarmalayan kollarından. Usulca, incitmeden. Donuk gözleri çözülmeğe başladı. Aradı Ayşe’nin gözlerinin içini. Ayşe’nin gözleri dipleri yosun tutmuş bir çift pınar. Sildi gözyaşlarını kasılmış parmaklarıyla. Yürüdü kapıya doğru. Açtı sokak kapısını ağır ağır. Bir süre eşikte kaldı. Dip köşe kaçan kalabalığa, pencerelere, kapılara baktı acı acı. Mavzer elinde köyden çıktı, tuttu dağlara vuran yolu…