Gülmek Muammer Yüzbaşıoğlu, Öykü, Varlık 1974 Nisan / 799
Kendi kendine konuşan, gülen, başını sallayan insanları yadsırdım. Aklından zoru vardır, diye geçirirdim içimden. Acırdım.
Şimdilerde ise, iyi ama diyorum, kişi salt başkasıyla mı konuşacak? Özüne bir söyleyeceği olmaz mı insanın? Bir davranışımızı beğenmedik. «Ahmağın tekisin sen!» diyemeyecek miyiz kendimize? Beğenince de, bir «afferin» çekemeyecek miyiz?
Övgüden, sövgüden geçtik. Kafam arapsaçı. Akı karası dolanmış birbirine. Doğruyu yanlıştan ayırmak için konuşamaz mıyız kendimizle? Beni haklı gösterecek düşünceler hemen ortaya çıkıyorlar da, haksızlığımı yüzüme vuracaklar sinip kalıyorlar kafamın bir köşesinde. Konuşsam, onları da bulup çıkaracağım ortaya. Konuşmak için ille de biri mi bulunmalı yanımızda? Söylenir, kendime kızarım. Konuşur, kendimi beğendiğimi açıklarım. Akı karadan ayırmağa çalışırım mırıldanırken. Aklıma gülünecek bir şey gelmiştir. Gülerim de.
Az önce köprünün altından geçiyordum. Yüzlerinizi okumağa çalıştım bir bir. Kiminiz konuşmak, kiminiz söylemek, kiminiz de gülmek istiyordunuz. Dudaklarınızdan, gözlerinizden, ağzınızdan, bir ucuna gerilip kalmış gülücüklerinizden anladım bunu. Ne ki yalnız değildiniz. Karşınızda bir ayna da yoktu. Korkmayın, kimse size «aklından zoru var» demeyecek diye bağıracaktım nerdeyse. O zaman beyaz, sarı, kırmızı yüzlerle ağır ağır, ya da hızla geçtiğiniz alan daha bir genişleyecekti.
Kendi kendimle konuştum, güldüm, başımı iki yana salladım diye neler düşündüğünüzü biliyorum. İçinizden bazıları da, yanındakini dürtüp beni gösterdi. Aklından zoru var, diye geçirdiniz içinizden. Acıdınız da. Bunu da biliyorum. Ama içinizden biri çıkıp da: «Gel bakalım, arkadaş! Neyin var senin?,.» demedi. Çoğunuz zaten acımasız. Acımayı bilenler içinse, bu duygu, içlerinde kalan bir şey.
Neden mi böyle yaptım? Açıklayayım size. Hava ile enikonu arkadaşız. Kışın penceremi açtım mı odama sokuluveriyor. Birlikte ısınıyoruz. Yazın açıyorum. Hem ardına kadar. Dışarısı güzel. Dikiliyor pencerenin önüne. «Sen gel diyor!» «Gel hadi!» İnadı inat. Sen, ben… Derken, onun dediği oluyor. Kendimi sokakta buluyorum.
Yine böyle bir yaz günüydü. Fatihteki evimden çıkmıştım. Hava girdi koluma, Bulvar’a indirdi beni. Orada bıraksa ya. Şöyle iki yanıma baksam. Arabalarla yayaların oynayışını severim. Bir de köprünün altında durmak hoşuma gider. Tepeden geçen arabaları dinlemek. Börekçileri, kuruyemişçileri, öteberi satan yerleri atlarız. Sinemanın önünde durmalıyım. Hava bırakmaz ki, istasyona kadar koşturur. Odun, kömür depolarını çoktan geçmişiz. Baktın kaldırımlar insan almıyor. Çevre treninden inenlerin kalabalığı mı? Değil. Bir çalgılı gazinodan çıkıyorlar. İkindi yaklaşmıştı. Güneşin altında eğlenmek! Turp suyu şu insanların aklına. Yalnızım diye susacak mıyım? Başladım söylenmeğe. Duvara yaslanmış birkaç çocuk, yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu. Deli: miydi bu adam ne? Arkamdan fıkırdaştıklarını duydum. Demiryolu köprüsünün altından geçiyorduk. Arkadaşını kolumdan sıyrılmıştı. Öyle yapar hep. Buraya geldik mi az sonra kayboluverirdi yanımdan. Kıyıya yaklaşmıştık çünkü. Alır gider başını denize. Solda bir çay bahçesi vardı. Vıcık vıcık insan. Denize karşı kabak çekirdeği yiyenleri sevmem. Önüm yol. Yolda arabalar vızır vızır. Nasıl geçi geçiveriyor başkaları karşıya… Ben geçemem. Kolayca geçemem bir kaldırımdan ötekisine. Yolun tam ortasında ayağım burkuluverecek, ya da soluksuz kalıvereceğim, ne bileyim, daha bir sürü şey gelir aklıma. Yol boşalıncaya kadar bekledim.
Dakika bile sürmezdi bu. Kovalanıyormuşum gibi fırladım karşıya. Kaldırımın alt yanı kıyı. Kıyıda boydan boya sivri kayalar, denizin kustuğu çöpler, artıklar… Çocuklar, gençler, yetişkin insanlar. Kimi mayolu, kimi iç donuyla. Küçükler anadan doğma. Gel de gülme ayak bileklerine kadar inen içdonlarıyla denize girenlere. Hele birinin, söylemesi ayıp, koskocaman bir herifin her şeyi görünüyordu. Denizden çıkmış, kaldırımın sıcak betonuna sırt üstü uzanmıştı. Kendimi tutamadım. Karşıdan gezintiye çıkmış bir çift geliyordu. Kadın, kaçacakmış da bırakmıyormuşçasına, sıkıca yapışmıştı adamın koluna. Güleceğim tuttu yeniden. Şaşırdılar. Aldırır mıyım. Yürüdüm. Bir koku, bir koku… Lağım ağzı. Tam da buradan giriyorlar denize. Hem de yasak levhasını göre göre. Tepem atmıştı. «Eşoğlu eşekler» dedim. «Hadi ayıp nedir bilmeziniz, sağlığınızı da mı düşünmezsiniz?» Duymuşlar. Oysa kendi kendime söyleniyordum. Bir palabıyığın gözleri üstümde. Bıyığına göre bakıyordu adam. Hızlandım. Varsın duysunlardı! Elin oğlu, iskelenin denizdeki ucuna bir baraka kondurmuş. Bir de direk dikmiş barakanın yanına. Direğin tepesine bir camekân, camekânın içine de bir Atatürk büstü yerleştirmiş. Bir de Türk bayrağı çekmiş direğe. Gülsem mi, ne yapsam? Güldüm önce. Sonra kızdım kendime. «Ne var bunda gülecek, ha?» dedim. «Adam bu işi iki nedenle yapmıştır: Ya müşteri çekmek istiyordur, ya da belediye yıkmasın diye böyle bir çare düşünmüştür, Belki de içtendlr bu yaptığı. Bizim milletin bir ozan yanı vardır. İyi ama hangi düşünceyle yaptı bu işi?» Böyle mırıldanıp giderken bana aval aval bakanlar vardı yine.
Kıyıda bir balık lokantasının önüne gelmiştim. Lokanta dediğim de ne: çadır bezinden bir gölgelik, hasır oturaklar, alçacık bir kaç masa, girişte tezgâh, bütan gazı ocağı, üstünde bir büyük kızartma tavası, dolu, boş bira kasaları. Eh, ne yaparsın «ekmek tavşan, insan tazı» dememişler mi? Koş babam, koş… Tavada levrek kızartan adam, bir insan irisi. Uzun boylu, kalın omuzlu, geniş göğüslüydü. Atlet fanilasının açık bıraktığı yerlerde kıllar koltuk altlarına, boğazına kadar uzanıyordu. Elinde satıra benzeyen kocaman bir bıçak vardı. Yeşillikleri kıyıyor, kıydıklarını avuç avuç bir naylon kaba aktarıyordu. Lokantanın tezgâha yakın köşesinde bir üçgen çadır kurulmuştu. Balıkçının gecelediği yer olabilirdi. Çadırın yanındaki bir büyük taşa iri bir köpek bağlanmıştı. Müşterilerden kafasını bulan biri, masasından kalktı, çadıra yaklaştı. Açtı önünü, çıkardı çıkaracağını, çömeldi. Ufak işini yapacaktı. Korkudan mı, sevgiden ml bilmiyorum, bir yandan işini görüyor, bir yandan da boş kalan eliyle köpeğin başını, sırtını sıvazlıyordu. Köpek huysuzlanmağa başlamıştı. Dişlerini çıkardı önce, bir süre hırladı. Derken atlayıverdi ansızın adamın üstüne. Havlıyor, adamı ısırmağa çalışıyordu. Sarhoş, korkudan ne yapacağını şaşırmış, donup kalmıştı. Sonra karşı koymak istedi hayvana. Köpek, art ayaklarının üstüne dikildi bu kez. Adamın üstüne abandı. Kolunu dişledi bir bir iki yerinden. Balıkçı koştu yalpalayarak. Hayvan çıkıştı, tuttu ipinden, geri çekti. Müşterinin yüzü kirece dönmüştü. Ma- saya yöneldi. Köpeğin daladığı kolunu öteki eliyle ovuştururken arkadaşları gülmekten kırılıyorlardı. Adam ceketini çıkardı, köpeğin ısırdığı yerleri masadaki kâğıt peçetelerden biriyle bastırmaya başladı. Balıkçı geldi masalarına. Pantolonunun bir paçasını diz kapağına kadar sıyırdı.
«Nah!» dedi. «Beni de ısırdı ama bir çizik kaldı o ısırıktan. Kuduz olurum sanma.»
Yanımda iyi giyimli, şişman sarışın, kara gözlüklü bir adam duruyordu. İkimiz de olup biten!eri yukarıdan seyrediyorduk.
«Mahmut!» diye seslendi aşağıya.
Masadakiler, gidelim!› diyerek tokuşturuyorlardı kadehlerini o sıra. Duymadılar. Adam bir daha, bir daha bağırdı sesini yükselterek. İçlerinden biri adamı gördü. Lokantanın çakıllarını sıçratarak atıldı yukarı çıkan merdivene.
«Buyur usta!»
Adamın sesli iyice dikleşmişti.
«Ulan, kafa çekmeye mi alırsınız işlemedik haftanın paralarını?»
İşçi bir eliyle tahta merdivenin korkuluğuna tutunmuştu. Korku, rakının baş döndürmesini gidermemişti. Kendini dengelemeğe çalışıyordu.
Gözlerini adamdan kaçırmağa çalışarak:
«Yok be usta… Kamil’in bir oğlu olmuş da onu kutlayalım dediydik.»
«Borç parayla kafa çekilmez. Hem gördün olanları. Söyle Ahmet’e. Yarın gelirse, almam atölyeye.»
Merdiven başındaki sallanmamağa, patronunun söylediklerini anlamağa çalışıyordu.
«Kuduzdur belkim hayvan. Köpeği de alın, doğru hastaneye! Kuduz hastanesi bizim orada. Biliyorsunuz.»
«Başüstüne, usta!» Konuşmayı ayakta dinleyen öteki iki işçi, adamın çekip gitmesini beklediler. Sonra da çöküverdiler hasır kaplı oturaklara. «Öf be!» dedi köpeğin daladığı işçi, «Burada da rahat yok bu adamdan…»
Öteki:
«Boşver!» diye kesti sözü, «Gidelim, haydi anam babam!»
Kadehlerini tokuşurdular.
Siz olsaydınız ne yapardınız benim yerimde? Gülerdiniz bu işe değil mi? Hem yalnız da değildim. Çevremde başkaları da vardı. Aklımdan kuşkuya düşen olmazdı. Ama gülemedim ben. Ne bileyim, gülemedim işte.