Grev / Öykü 1978

GREV                                                                            Muammer Yüzbaşıoğlu Varlık, Ocak 1978, Sayı 844

Bakanlar Kurulu Kuzey-Batı Demiryolları’nın grevini iki ay daha erteleyince, sendika, işleri yavaşlatma kararı aldı. İstasyonlar tren bekleyen yolcularla doluyor, tek tük yolcusu olan istasyonlar bile kalabalıklaşıyordu.

Adam :

«Binmeyin, yahu!» dedi. « Binmeyin trenlere! Akşama kadar binmeyelim… »

Ayakta kendini zor dengeleyebiliyordu. Bu yüzden elinde evirip çevirdiği Samsun paketinin bir köşesine sıkışmış olan sigarayı bir türlü bulup çıkaramıyor, çevresinde toplanan kalabalığın ön halkasına sarsak adımlarla yaklaşıyor:

«Kardeşler, binmeyelim trene!» diyordu. «Bir aydır bu böyle… Karımızla, kızımızla rezil oluyoruz. Binmeyelim, binmeyiverelim yahu!»  

Genç, kara kuru bir adam. Kızmadan, bağırmadan konuşuyordu.

«Kırmak dökmek yok. Kavga da etmeyeceğiz. Kardeş kardeş yapacağız bu işi. Gelen trenlere binmeyeceğiz. Akşama kadar. Tamam mı?»

İçkili olduğu halde dili dolanmıyor, sakin sakin sürdürüyordu konuşmasını. Etkili olabilmek için ayık kalmağa zorlandığı gözlerden kaçmıyordu.

Çevresine yeni meraklılar toplanmıştı. Gittikçe artan kalabalık, adamı suskunun açığa vurduğu bir ilgiyle dinliyordu. Dinlemeden geçip gidenler, sataşanlar da vardı.

«Üşütmüş kafayı!…»

«Aaa… Üstüme iyilik sağlık!»

Adam konuşmasını sürdürdükçe kalabalık çoğalıyordu. Susan, içinden geçeni dile getirmeyen, o hep görülen, sıkıntılı, ağır kalabalık. Herkes susuyor, dinliyor, birbirleriyle göz göze gelenler oluyordu. O kadar. Herkes birbirinden korkuyor, gizli bir korku bakışlardan okunuyordu.

Meşin ceketli, gür saçlı, gür bıyıklı bir genç bozdu bu suskuyu.

«Haklı be adam! Doğru söylüyor. Treni isyan edecek, otobüsü isyan edecek. Bilmem nesi… Halkın isyana hakkı yok mu? Nedir bu çektiğimiz be?…»

Adam, tek kalan Samsun’u çıkardı sonunda, yaktı.  Avucunda buruşturduğu boş paketi rayların üstüne fırlattı. Önde kendisini ilgiyle dinleyenlerden birine iyice yaklaştı.

«Binmeyelim, yahu! Binmeyelim trenlere akşama kadar. Kırmak dökmek yok. Kavga da çıkarmayacağız. Tamam mı? Kardeşçe yapacağız bu işi…»

Korku bir yönden daha bozuldu. Arkalardan orta yaşlı, tıknaz biri yükseltti sesini. Gömleğinin yakasını açmış, ceketinin üstüne çıkarmıştı.  Kısa saçlı, kalın boyunlu, ablak suratlıydı.

«Yok mu içimizde on kişi?» diye sordu. «Tutalım girişi, kimseyi trene bindirmeyelim.»

Kalabalıkta çıt yok. Yine herkes birbirine bakıyor, gözler orada burada dolaşıyordu.

Adam, Samsun sigarasını yerde ayağının ucuyla ezdikten sonra yeniden başladı konuşmağa.

«Bir aydır bu böyle sürüp gidiyor. İşimize, evimize geç kalıyoruz. Yeter çektiklerimiz. Karılarımız, kızlarımız perişan oluyorlar. Gelirken bekle, giderken bekle. Bin binebilirsen. Binince de sıkıştırıyorlar. On kişi çıkmayacak mı aramızdan? Sadece on kişi diyorum.»

Şapkası, pardösüsü, çantası yağ tutmuş, gözlüklü, tahsildar kılıklı bir adam, alaysı bir sesle konuştu:

«Dediğin o on kişi mecliste çıkmadı ki burada çıksın, evlât! Sen neden söz ediyorsun…»

Gözler adama çevrilmişti. Kimileri haklı bulmuşa benziyordu adamı, kimilerinin de yüzleri bozuluvermişti birden.

Ayakta dengesini bulmağa çalışan adam, kalabalık arttıkça söylediklerini bir öğretmen gibi bıkmadan yineliyor, halkı harekete geçirmeğe çalışıyordu.

Sirkeci – Halkalı çevre treninin kalabalıklaşmağa başladığı saatlerdi. Adam konuşmağa başlamadan önce Halkalı yönünden bir tren gelmiş, perona yanaşmıştı. Bir saattir tren bekleyenler dayanamamış, yolcular inmeden vagon kapılarına üşüşüvermişlerdi. İnen binen birbirine karışmış, itişip kakışanlar arasında tartışmalar çıkmış, ezilmekten korkanlar bağırıp çağırmağa başlamışlardı. Bekleşenler treni tam doldurmuşken anons yapılmış, vagonların depoya gideceği duyurulmuş, yolcular trenden indirilmişlerdi. Adam, bindiği son vagondan peron girişine çıkmış, yolcuları başına toplamıştı.

«İnanmayın kardeşlerim! Yalan söylüyorlar. Ne deposuymuş? Bu kadar insan tren beklerken vagonlar depoya mı gönderilirmiş?… Bu milleti düşünen yok mu? Bizim halimiz ne olacak?…»

Perondakilere gişelerden gelen yolcular da katılınca ortalık iyice kalabalıklaşmıştı. Yanaşacak ilk trende yer kapmak isteyenler, peronun öteki ucuna değin uzanmışlardı. Bekleyenlerden sabrı tükenenler, biletlerini geri vermek için gişelere dönüyorlardı.

Bir düdük sesi duyuldu, ardından çevre treninin hatlardan kıvrıla kıvrıla istasyona yaklaştığı görüldü. Ağır aksak bir tempoyla ilerliyordu. İşlerin yavaşlatıldığı trenlerin hızından da belli oluyordu. Adamı dinleyen kalabalık bir anda dalgalandı, harekete geçti. Adam ileri atıldı, kollarını yanlarına açtı. Yürüyenlerin yollarını kesmek istiyordu.

«Durun, kardeşlerim! Binmeyelim trene. Binerseniz bu böyle gider. Durun, binmeyin trene! Akşama kadar sabrediverin. Binmeyin!»

Kalabalık bir yekindi, bir daha. Koptuğu gibi vagonlara doğru akmağa başladı. Adam, sağından solundan geçenlerin omuz çarpmalarıyla sarsılıyor, yıkılmamak için direniyor, yüksek sesle, trene binilmesini önlemeğe çabalıyordu.

Gişelerden koşturan, treni kaçırmamağa çalışan yolculardan biri:

«Kim bu, yahu? Neler de saçmalıyor öyle? Kaçırdı mı ne?.» diye sordu yanındaki fileli yolcuya. Öteki, şişkin filesini bir elinden ötekine aktarırken:

«Bırak, İstanbul’da kaçık mı ararsın? Ton işi…» dedi.

Adamı başından bu yana dinleyenlerden birkaçı, trene binmekle binmemek arasında bocalıyor, akın akın koşturan kalabalığı sessizce süzüyorlardı. Adam bu kişileri görmüş, bakışlarını son umut kırıntısıyla onlara çevirmişti. Zor bir andı bu. Ne yapsınlardı?  Adamı hak vererek dinlemişlerdi. Zor oyunu bozardı. Kalmaları, trene binmemeleri gerekirdi. Öte yandan, birkaçı neyi değiştirebilirdi ki?… İşte, herkes çekip gitmişti. Bir o, bir meşin ceketli, bir de öteki, ablak suratlı adam ortalıkta kalmışlardı. Üçü de bir sevdiğini uzun yola uğurlayanların burukluğu, tıkanmışlığı içinde susmuşlardı…

Trene o ana değin binmeyen iki kişi daha vardı. Üç kişinin biraz uzağındaydılar. Konuşmaları başından sonuna izlemiş, haklı bulmuşlardı. Biri yaşlıca, öteki gençten iki adam.

Yaşlı olanı :

«Yürü artık, gidelim!» dedi. «Ben de bir zamanlar bu delikanlı gibiydim. Demokrat Partinin azıp kudurduğu zamanlardı. Yıl 1957. Dayanamıyordum. Meydanlara çıkmıştım. Attılar beni bir gün içeriye. Yer misin, yemez misin… Bir derimi yüzmedikleri kaldı. Çektiklerim yetmiyormuş gibi, çıkınca da iki yıl iş vermediler bana. Hey oğlum, hey… Haydi, gidelim biz de trene. Kalktı kalkacak nerdeyse.»

Öteki, yüzünü daha da karartarak, dişlerini sıkarak :«Olmaz!» dedi. Binmeyeceğim ben. Sen istersen git. Anam avradım olsun binmeyeceğim bugün trene. Dolmuşla gideceğim.»

Yaşlı adam, kasketini başına iyice yerleştirmeğe çalışıyordu. Acı acı güldü. «Peki, ne olacak bir sen binmeyeceksin de? Tren sen binmedin diye kalkmayacak mı yani?…»

Genç olanı, gözleriyle trene binmeyen, beton direklerden birinin çevresinde toplanmış, aralarında bir şeyler konuşan üç yolcuyu işaret ederek: «Bir ben miyim sanıyorsun? Onlar da binmediler işte. Onları yalnız bırakmayacağım!» dedi.