Çoban / Öykü 1993

ÇOBAN                                                                     Muammer Yüzbaşıoğlu, Öykü, abece 1993 Eylül / 85

Topkapı’dan birkaç yolcuyla kalkan Şarköy otobüsü yolda dolmaya başlamıştı. Pencere kıyısında oturuyordum. Sahil boyunca, irili ufaklı yazlık evleri, villaları, siteleri geçiyorduk. Yolun kara tarafında gündöndü tarlaları… Çiçekleri yönlerini güneşe dönmüş; başları önlerinde, kıpırtısız, öylece duruyorlar. Yanım boştu. Tekirdağ’da arabaya ilk girenlerden zayıf, kasketli, çakır gözlü, çopur yüzlü bir köylü, başıyla boş yeri işaret etti:

-Oturan var mı?

-Yok!

Biraz toplandım.

-Geç, otur!

Koltuğun üstündeki şapkamı aldım.

-“Sağol, efendi!

Sürücü yardımcısı yeni binenlerden para alıyor. Kıvırcık saçlı, patlak gözlü, iri yarı bir genç. Bagaj kapaklarını açmakta gecikti diye bir dayak yemediği kalmıştı sürücüden. Yazısı bayağı işlek. Para alıp verirken, bilet keserken de hızlı.

-Sen nereye amca?

-Ahmetçik’e.

Soluk ceketinin iç cebinden bir beş binlikle birkaç binlik çıkarmıştı. Yardımcı, binlikleri aldı, arkamızdaki sıraya geçti.

-Bilet vermiyor mu bu kızan?

-Veriyor, dedim başımı camdan çevirerek.

-Bana niye vermedi?

Omuzlarımı kaldırdım: -Bilmem…

Adam konuşmaya çok istekli. Sözü bir başlatsam arkası gelmeye hazır. Konuşacak halim yok. Güneşin annacında pelteyi dönmüşüm zaten…

-Benim parayı beğenmedi herhal.

– ……………..

Arkamızdaki yolculardan biri:

– Vay gaddar vay, on beş bin yerine altı bin yazmış!… diye sokrandı.

Arkadaşı:

– Boşveer…

– Olur mu? Fiş lazım bana.

Adam, parmağını bacağıma dürtüyordu. Kırk yıllık ahbaptık sanki.

-Gördün mü mavinin yaptığını?

Döndüm. Ağzı nerdeyse yüzüme yapışacak. Güldüm. Başımı iki yana salladım.

Suskunluğum uzadıkça ben de sıkılmaya başlamıştım.

-Şarköy’e yakın mı sizin orası?

-Yok, şuracıkta bizimki.

– Kaç hane?

– Ben diyeyim yirmi beş, sen de otuz. Kısa bir aradan sonra sürdürdü konuşmasını.

– YSE’ye geldimdi. Su işi var köyün. Müdürden boru alacaktım. Yokmuş müdür, İstanbul’a gitmiş.

Çobanmış bir vakitler. Kimse adam yerine komazmış onu köyünde. Nasıl olmuşsa olmuş, köy ihtiyar heyetine yedekten üye seçilmiş. Sıra geleceği aklının ucundan bile geçmezmiş. Bacısının kızanı Müslüm, dağa çıkıp gelmiş bir gün. Muhtarın kendisini çağırdığını duyurmuş. Sürüyü yeğenine bıraktığı gibi muhtara koşmuş. Asıl üyeliğe çağrıldığını duyunca inanamamış, alay ediyor-lar sanmış. Doğru olduğunu anlayınca göbek atıp bir güzel oynamış köy odasının önünde. Sürüyü köye indirmiş hemen.

– Kepeneği de, torpayı da, çomağı da attım o gün. “Alın ağalar mallarınızı!” dedim. “Gayret şimdi bize düştü.” Davarları sahiplerine götürdüm. İhtiyar heyetine çobandan üye mi olurmuş hiç! Köy kahvesinde takılan takılana. Kahveye çıkasım gelmiyor. Kızıyorum, kırılıyorum, küsüyorum ama yine de belli etmemeye çalışıyorum. Belli etsem, üstüme daha çok varacaklar, biliyorum. “Kontenjandan, kontenjandan!…” deyip geçiştiriyordum takılmalarını.

Köyün dört çeşmesi varmış. Dördünün de suyu kesilmiş bu yıl. Zaten serçe parmağı kalınlığındaymış suları akarken. Köylü yaman sıkıntıdaymış.

– Dağdan düze indik, düzde zaman bulduk ya, suyun peşine düştüm. Taşı toprağı, çayırı çimeni aralayıp baktım. Bir yerde kuru toprağı ıslak gördüm. Başka bir yerde bir öbek saz buldum. Hah, dedim. Buraların altı su!… Kimseye ağzımı açmadım.

Kalkmış Tekirdağ’a, YSE’ye gitmiş. Müdürle konuşmuş. Durum, böyle, böyle.. demiş. Kanı kay-nayıvermiş müdürü görür görmez. Müdürün kanı da ona kaynamış olacak ki koca kepçeyi ona müsaade etmiş. Bir günlüğüne. Olsun varsın. Yeter ona. İşini görür. İki gün sonra kepçe çıka gelmiş köye. Cayırtısından dağ _taş inliyormuş. Köylü dev gibi aracı görünce şaşkına dönmüş. Çocuklar korku-dan evlerine kaçmışlar. Kepçenin niçin geldiği duyulunca herkes şaşıp kalmış bu işe…

– Kepçenin sürücüsüne: “Ha gayret, aslanım! Sana benden yevmiye. Göster kendini”! dedim. Kepçe, “Şuraya!” dediğim yerin altını üstüne getirdi. Eşti de eşti toprağı.. Sonunda eştiği yerlerin iki-sinden suyu bulup çıkardı. Akşam oldu. Kepçe geldiği yere dönecek. Bizim kokmaz, bulaşmaz muhtar ne dese beğenirsin? “Oldu olacak su borularını da yenileyelim!” Sözün sırası gelmişti. “Ey muhtar, köye bir çivi bile çakmadın seçildin seçileli” dedim. “Şimdi mi geldi aklına?” Ağzını bile açamadı.

Kepçeyi ertesi günü de çalıştırıp öyle yollamışlar. Sıra gelmiş boruya. Hem yeni buldukları kaynaklar için, hem eski su yolları için. Çıkmış yine müdüre. Ne ki bu kez iyi karşılamamış onu. “Ben yalanı da, yalancıyı da sevmem!” diye çıkışmış. “Sen kepçeyi benden bir günlüğüne istemiştin. İki gün kullandın.” Özür bile dileyememiş, ezile büzüle çıkmış’ odasından. Kızak adammış ama kızak adamdan zarar gelmezmiş insana. Asıl yüze gülenden korkmalıymış. Öğleden sonra müdüre yine çıkmış.

– Kusura bakma müdür bey, diye girdim söze. Durumu olduğu gibi anlattım. Beni asacak kesecek değil ya. Sözü: “Kuvayı Milliye’denim ben” diyerekten bağladım. “Ne demekmiş o?” diye kükremesin mi adam? “Milletin hizmetinde olmak, müdür beyim”, dedim. Güldü, sırtımı tapazladı. Yer gösterdi, oturdum. Muhtarlık yazısını istedi. Verdim. Okudu. “Haftaya bugün gel, boruları al!” dedi.

Coşku içindeydi.

– Kutlarım seni, dedim. Büyük iş başarmışsın. Köylün ne kadar sevinecek kim bilir çeşmeleri yeni-den akmaya başlayınca. Hem eski-sinden daha gür. Değil mi?

Arada bir yaptığı gibi, elini dizimin üstüne koyarak, sıcak sıcak gülümseyerek:

– Sorma, dedi, muhtarın hiç itibarı kalmadı. Köylü daha şimdiden tutturdu “asıl muhtarımız sensin!” diye. Önümüzdeki seçimlerde oylarını bana vereceklermiş. İyi, güzel de, okumam yazmam yok ki benim. Kundaktan beri dağda bayırdayım. Okul yüzü görmedim. Babam da çobandı. Onun babası da çobanmış. Onlar da cahillermiş benim gibi. Okuma yazma bilmeyen muhtar olur mu?…”

Sustu. Ben de sustum. İkimiz de camdan dışarı bakıyorduk. Yol dolana dolana uzuyor, dönemeçler bitip tükenmek bilmiyordu.

– Sen istersen okuma yazma da öğrenirsin, dedim.

– Öğreneceğim, dedi. Bizim köyüm öğretmeniyle konuştum. Şu işi bir bitireyim de. Seçime varmaz öğrenirim.

Yerinden doğruldu.

– Bizim durak yaklaştı, dedi.

Elini uzattı. Sıktım.

– Güle güle! Başarılar… dedim.

Az sonra indi.

Otobüs hareket edince dönüp arkaya baktım. Çoban’. bir kez daha görmek istiyordum. Baksaydı el sallayacaktım.