

ÇALIŞMAMAK Muammer Yüzbaşıoğlu Varlık. Temmuz 1978, Sayı 850
Okulun açıldığı gün, dersinize bir soruyla başlamıştınız öğretmenim:
Yazın kimler bir işte çalışmışlardı?
Alışılmadık bir soruydu. Lise ikinci sınıfa geçmiştik. İlk kez karşılaşıyorduk böylesi bir soruyla. Dersliğe girer girmez: «Açın kitapları! » denilmediyse, sorulanlar bir başka türlü olurdu.
Tatilde nereler görülmüştü?
Geçen yıl öğrenilenler yinelenmiş miydi?
Bir soru daha:
Kimler sınıfta kalmışlardı?…
Özel arabalarla kıyılarımıza yapılan geziler, evcek görülen yerler anlatılırdı. Yurt dışına gidenler, Avrupa’nın en ünlü kentlerini art ardına sıralarlardı. Bir yere gidemeyen, kapanıp kalanlar; çocukluğu, gençliği ekmek kavgasında yitirenler öğretmenim?…Onlar, iç çekmesinde gizlenen öfkeleriyle susarlardı hep.
Öğrenilenlerin yinelenmesini isteyenler, okulun kapanacağı günlerde arka bahçeyi bir görsünlerdi bakalım. Görenler de unutmasınlardı. Parça parça savrulmuş ders kitaplarından, defterlerden geçilmezdi. Bir uçtan bir uca ödev kâğıtları uçuşurdu ortalıkta…
Sınıfta kalanlar, ezile büzüle başları önlerinde kalkarlardı ayağa. Arkadaşlıklar kurulmamışken kız erkek yeni öğrenciler arasında…
Siz o soruyu yöneltince, az önceki konuşmalar, gülüşmeler kesilivermişti birden. Bütün başlar size çevrilmişti. Soru anlaşılmamıştı sanki. İlk etki, beklenmediğin şaşkısı olmuştu. Siz yazı tahtasının önüne dikilmiş, kollarınızı göğsünüze kavuşturmuştunuz. Bir tutam saç alnınıza sarkmıştı. Gözlerinizde bir ışık parıldıyordu. Öylece durmuş, sorunuzun yanıtını bekliyordunuz. Sıra arkadaşları yarım omuz birbirlerine dönmüşlerdi. Fısıldaşmalar ilgi alanını genişletmişti. Sağa, sola, arkalara bakılıyordu. Kimler parmak kaldıracaklardı? Arka sıradan kalktı ilk parmak.
«Ben çalıştım!»
Sınıf gülmüştü.
«Dinleyin! » demiştiniz o derin sesinizle. Herkes susuvermişti.
«Nerde çalıştın? »
«Kapalıçarşı’da. Dükkânımızda.»
«Ne dükkânı bu?»
«Kuyumcu.»
Anımsayacaksınız belki. Blue Jean giymişti, saçları omuzlarındaydı, boynundan bir altın madalyon sarkıyordu.
Yakınındaydım. Önündeki sırada oturanlardan biri, yanındakine:
«İnanma!» demişti. «Bütün yaz Bağdat caddesinde sürttü durdu Opeliyle. Kız tavlamağa çalıştı…» Yanındaki de arkaya dönmüş, duyulabilecek bir sesle:
«Hadi, hadiii…» deyivermişti.
Öne yaklaşmış, hep yaptığınız gibi, ellerinizi bir sıranın üstüne dayamıştınız.
«Başka?» diye sormuştunuz. «Bir işte çalışan başka kimse yok mu içinizde?»
Oldukça kalabalık bir sınıfta tek parmağın kalkmasına şaşmış gibiydiniz. Bir öğrenci daha söz almıştı.
«Ben de çalıştım. Almanya’ya uçak kaldırıyorduk. İşçi uçağı.»
«Hangi şirket bu?»
İlkinin bir benzeri olan çocuk yılışmıştı.
«Kendi şirketimiz.»
Sonra birkaç öğrenci daha konuşmuştu. Babalarının, yakınlarının kurulu düzenlerinde çalışmışlardı onlar da. Siz; «Başka?» dedikçe, kimi arkadaşların gözleri beni buluyordu. Parasız yatılıydım. Okulda ders verdiğimi biliyorlardı. Okulda çalışan yazın boş durur muydu… Paydos zili çalar, yatılılar okulun futbol, basket alanlarını, pingpong masalarını kapışırlardı. Nöbetçi yönetmen yardımcısını atlatamayanlar, arka bahçenin duvarlarına çekilmiş dikenli telleri bir yerlerinden aralar, dışarıda alıştıklarına koşarlardı. Ben, küçük sınıflardaki varsıl aile çocuklarından biriyle boş bulduğumuz bir sınıfa kapanırdım. Etütlerden önce: «Ağabey, yazılımız var yarın. Çalışabilir miyiz?» diyeni yazılıya hazırlardım. Yat zili çalınca, derslikler kapatılırdı. Okul uykuya dalınca, yatağımdan sıyrılır, kendime çalışacak bir köşe arardım, Okulun verdiği neydi ki? Üst başa, defter kitaba yetmiyordu. Paralı yatılıların harçlıkları her aybaşı ceplerinde. Yüz, bin, bin beş yüz. Kiminin bankada hesabı vardı. Bir sınıf arkadaşımızın, yaş günü diye, annesine iki bin liralık broş gönderdiğini bilirim. Harçlığımı ders vererek çıkarıyordum. Bir harçlığımı mı, anama arada bir yollayacağım parayı da. Elden ayaktan düşmüş bir kadın. Ben olmasam bir tas çorba verecek kimsesi yok anacığımın. Başımızı sokacak iki göz odamız, bir de bahçemiz var kasabada. İyiyken eker dikerdi. Pazarları sebze meyve satardı. Şimdi ortakçıda. Bir bahçe, iki evi geçindirmiyor ki. Arkadaşlar istedikleri kadar baksınlardı. Konuşmayacaktım. Çoğu kent soyluydu, çoğu varsıl ailelerin çocukları. Sağlam bir dünya görüşleri yoktu. Babalarının, yakınlarının kurulu tezgâhlarında para kesenler, ne anlayacaklardı alın terinden, emekten?…
Tükenmezimle oynuyordum. Kalem önümdeki kâğıda bir şeyler çiziyor. Bir daire. Daireyi eşit dilimlere ayırıyor. Birini atlayarak ötekini tarıyor dilimlerin. Bir dikdörtgen. Karelere bölüyor dikdörtgeni. Karelerin köşegenlerini kesiştirerek ortak noktaları buluyor. Kalem parmaklarımın arasında ısındıkça çizgiler kalınlaşıyor, kalınlaşıyor…
«Oğlum, gel, gitme bugün. Hastasın. Komşuyla haber salayım. Hasta, diyeyim. Yat, kalkma!»
Akşam eve dönerken sırtım ürperiyordu. Yaklaştıkça titremeğe başladım. Eklem yerlerim ağrıyordu. Dökülüyordum. Dar attım kendimi eve. Kapının tokmağını hızlı hızlı vurdum.
«Hasta mısın, oğlum? Betin benzin kül gibi olmuş…»
«Öyle galiba. Hemen yatacağım.»
Soyunmadan uzanıverdim sedire. Anam yükten bir yorgan indirdi, kıyılarını bastırarak iyice örttü üstüme. Zangır zangır titriyordum.
«Üşüyorum, ana. Bir yorgan daha at üstüme!»
Dişlerim birbirine giriyordu.
<Bir şeyler daha ört! Donuyorum…»
Kendi yorganını da getirdi. Anacığım dört dönüyordu odada.
Ne yapsak ki?
Ne yapsak ki?
Bir yanımdan buz gibi bir dere, bir yanımdan kaynar sular akıyordu. Başımı kollarımın arasına gömmüştüm.
«Yavrum, hiç açma üstünü! Terle, terlersen açılırsın.»
Dalmışım… Gözlerimi açtığımda anam yine başucumdaydı. Dişsizlikten bir çizgiye dönmüş dudakları kıpır kıpır… Anlamadığım bir dua mırıldanıyordu. Işığı kararmış bakışları yüzümdeydi. Oda sirke kokuyordu. Alnımda sirkeye batırılmış bir tülbendin serinliği… Sabaha değin ateşler içinde yanmıştım. Okulun öğrettiği yabancı dille bir şeyler sayıklamışım.
Uyandığımda pencereler yeni ağarıyordu. Anam, uykusuz, korkulu bir gecenin tükenmişliği içindeydi. Şakalaşmayı zor günlerde sever anam.
«Yine fan fin bir şeyler söyleyip durdun. Neydi sıkıntın deyiver bakalım! Bir gavur kızına mı tutuldun yoksa?…»
Güldüm, öptüm buruş buruş elini anamın.
«Derse kalkmışımdır herhalde düşümde.»
İşe gitmeyeyim diye tutturdu.
«Bu iş beklemez, ana» dedim.
«Mal sahibi vagonların başında. Ben gitmezsem başkalarını bulur. Kömürlerin boşaltılması gerekir. Bir daha iş vermez sonra bana.»
Giyinmemi çabuklaştırdım. Bir yandan da türküye başladım. En sevdiğim türküye,
İzmir’in kavakları,
Dökülür yaprakları.
Bize Çakıcı derler
Yıkarız konakları!…
Anamı iyileştiğime inandırmak, yüreğini serinletmek istiyordum. Bulamacı iştahla kaşıklayışım da bu yüzdendi.
Kadınların o çeşmelerden su almağa gittikleri, kümes hayvanlarının salıverildikleri, çobanın evlerden sığırları topladığı sıra kapıya çıktım. İstasyon kasabanın iki kilometre ötesindeydi. Vagonlardan kürekle kömür boşaltma işimi sürdürecektim.
……………………………………………………………………
Bir bavul, bir file. Kapının önündeyiz. Anamın gözleri çiğli. Anam, incecik, ufacık vücuduyla buldanmış, solmuş bir dal.
«Uğurlar ola, yavrum! Kendine iyi bak. Derslerine iyi çalış. Benim için kendini üzüp yorma. Mektubunu da eksik etme. Hadi, benim kuzum, güle güle git, güle güle gel!»
«Sağlıcakla kal, ana! Beni hiç merak etme.»
Bir maşrapa suyu kırık bir aynadan aşağı döktü.
«Yolun su gibi akıp gitsin. Kara tosunum.»
………………………………………………………………….
Omzuma dürtülüyordu. Başımı kaldırınca gözlerinizle karşılaşmıştım. Sert sert bakıyordunuz.
«Niçin dinlemiyorsun dersi!»
«Hasta mısın yoksa?»
Kendimi toplamağa çalışarak:
«Hayır!» diyebilmiştim.
Kızmıştınız.
«Dinle öyleyse dersi!»
Boğazım daraldıkça daralmıştı. Tek sözcük daha çıksaydı ağzınızdan, boşanıverecektim. Oysa, ağlamayı sevmem ben öğretmenim. Başkalarının karşısında hele. Gözyaşının hiç bir sorunu çözmeyeceğini çoktan öğrenmiştim. Hem ben yeterince ağlamış, ağlamayı kanıksamışımdır öğretmenim. Kasabadan bahçemize anamın ardında koşarken ayağıma diken battıkça ağlardım. Yolda köpek sarar, ağlardım. Ekmeğimiz, suyumuz tükenir, ağlardım. Karanlık çökünceye değin çalışırdı anam. Karanlıktan korkar, ağlardım…
«Yazın bir işte çalışanlar mı» öğretmenim?
Öyle soracağınıza: «Açın, avuçlarınızı!» deseydiniz. Övendireye dönen parmaklarımı, yabaya benzeyen ellerimi gösterirdim size. Kazma kürek sallamaktan kabarmış, su toplamış, sonra da nasır bağlamış avuçlarımı.