Bezeci / Öykü 1973

Muammer Yüzbaşıoğlu                                                                      Varlık Yıllığı 1973

BEZECİ

Bir ihtiyar gibi bel vermiş çatı, çatıda yüzükoyun dizilmiş kiremitler ve baykuş gibi tünemiş bir baca. Duvarları parça parça tenekelerle kaplanmış kondunun. Duvarın iki başında iki pencere. Pencerelerdeki yağ tenekelerinde açmış allı morlu çiçekler. Çiçeklerin ardında naylon perdeler. Ortada sokak kapısı. Tek kanat, daracık.

İçerde bir aralığa açılmış iki oda. Üç kişi yatar, oturur, yemek yer birinde. Anne, kız ve erkek iki kardeş. İki sedir karşılıklı. Boş sandıklardan yapılma. Çaputla doldurulmuş şilteler serilmiş üstlerine. Ortada çaputtan dokunmuş bir kilim. Öteki oda mutfak, hela ve her şey…

Bu evin bulunduğu sokak, kentin dış mahallelerinden birindedir. Dış mahalleler, bir büyük bahçenin çiti gibi kuşatırlar kenti. Sokaklarından bir araba anca geçer. Sarsılarak, gürültüyle, nallar taşlarda kıvılcımlar çıkara çıkara. Evler basıktır, yapışmış gibidir, bir şeylerden korkmuş, sinmişçesine. Evlerde ırgat, işçi, sokak satıcısı türünden aileler. Gün kazanıp gün yiyen.

Her köşe başı bakkal değilse kahvedir. Kahveler boş kalmaz. Sabahın ilk saatlerinden hem. Plaklar hep acıklısından. Arap nağmeli, Türkçe sözlü. Açarlar sesini alabildiğine. Gece yarılarına değin tüm sokak dolup taşar aşk havalarıyla. «Âşık mıyım, neyim sarhoş olamıyorum. Aynı kadeh, aynı mey, sarhoş olamıyorum. Allah’ım bu nasıl şey, sarhoş olamıyorum.» Bu plak çalınmaya görsün, kesiliverir sesler kahvede. Bir haykırı yükselir derken: «Ah ulan. ah!…» Hayırsız delikanlılar vardır bu sokağın da. Küskün, umutsuz, kavgacı kişilerdir. Okuyamamış. Bir iş de tutamamış. Arada kazandıklarını, evden aldıklarını, verilmeyince de kap kacak demeyip sattıklarını kumara yatırırlar bu kahvede.

«Oy anam, oy!.»

 Yeni bir plak bu.  «O Mammy»nin Türkçeleştirilmişi, bir iyicene değiştirilmişi… Bütün gece döndü durdu pikapta.

Hüseyin’in uyku girmiyordu gözüne. Oysa yorgun, bitik. Oysa erken kalkacak yine, her zamanki gibi, gün ağarırken. Çakır Usta’nın simitlerini, bezelerini satacak plajlarda. Hava baskındı. Sırt üstü, yüzükoyun yatıyor, iki yanına dönüyordu sedirde. Yastığı çevirdi birkaç kez. Kollarını soktu yastığın altına. Olmadı. Attı üstündeki örtüyü. Ayağını sedirden aşağı sarkıttı. Olmadı yine. Uyku tutmuyordu. Acımıştı plaktaki şu çocuğa da. «Oy anam, oy» dedikçe,  «Annem nereye gitti?» diye sordukça içi kabarıyordu Hüseyin’in. Ağladı ağlayacak. N’olmuştu ki çocuğun annesine?

Kahvenin ışıkları söndü. Şarkı yerine, gürültü, şamata şimdi de. Hep böyle dağılırlardı kahveden. Sona kalan bir kaç delikanlı şakalaşıyordu sokakta. Biri o şarkıyı tutturmuştu hafiften. «Oy anam, oy!…» Ayak sesleri çekiliyor, uzaklaştıkça bir sessizlik örtülüyor geceye. Hüseyin, eklem yerlerinin katıldığını, göz kapaklarının ağırlaştığını duyuyor. Annesine bakıyor göz ucuyla. Sokak lambası naylon perdelerden sızıyor. Annesinin uykudaki yüzünü seçmeye çalışıyor. Ortadaki yer yatağında annesi, karşı sedirde ablası. Ablası pencereye dönük. İkisi de uyumuş çoktan. Sessiz, soluksuz iki uyku. Hüseyin üçüncü uyku oluyor.

«Haydi oğlum, kalk bakalım!»

………………………………..

«Kalk, Hüseyin’im! Geç kaldın!.»

……………………………………

«Hüseyin’im, yavrum! Kalk dedim…»

Oğlan kırpıştırıyor gözlerini. Yüzünü buruşturuyor.

Geriniyor. Yarısını doğrultuyor vücudunun yatakta. Yastığa dayanmış, çırpı gibi iki kol, Kalkıyor uykulu. Bundan sonra yaptıkları her günkü. Mutfaktan bölme helaya gidecek, çıkınca iki maşrapa su vuracak kovadan yüzüne. Kot pantolonunu ayağına çekecek. Çok sevdiği fanilasını da giyecek sırtına. Yaz başında işportadan on beş liraya almıştı. Resimli. Resim, denizde kanat açmış bir martı. Hüseyin, ayakları yalın, fırının yolunu tutacak. O, sabahlardan hoşlanır. Sabahlar serindir, sessizdir. Tertemiz, mis gibidir hava. Köpeklerden, evlerine dönen gece işçileriyle bekçilerden başka kimse yoktur yollarda. Bir de tek tük yıldız göğün ağarmış maviliğinde. Meraklı. Dünyanın gündüzü nasıl olurmuş gibilerden. Gülümserler, göz kırparlar sanki. Öyle sevimli.

«Nerdesin be oğlum? Geç kaldın bugün!»

Çakır Usta’nın yüzü yüz değil bu sabah.

«Ötekiler alıp gittiler çoktan. Hadi bakalım, sende!»

Elindeki uzun saplı, koca ağızlı kürekle simit tavalarını çekiyordu fırından. Bir yandan da çevresiyle boynunun terini siliyordu. Alav alavdı fırın… Camekânı doldu Hüseyin’in. Sıcacık, çıtır simitler buğulandırdı camlarını. İpi boynundan geçirdi. Tuttu camekânı iki ucundan, yerden kaldırdı. Ağırlık bastırınca oklavaya döndü boyun damarları. Boynu, bir başlık daha uzandı Hüseyin’in.

«Haydi, yallah!» dedi. Çakır Usta.

Oğlan gerilmiş bir oktu yayında. Fırladı. İlk yazlık katların önünde kesildi hızı. Oracığa düştü. Bir büyük bahçenin önüne. Bahçe yemyeşil. Sarı, kırmızı çiçekler. Güneş şemsiyeleri. Balkonlarda şezlonglar, kurumaya bırakılmış mayolar, havlular…

«Simit ağabeyler, gevrek simit!..»

Bir iç bükey ayna gibi uzanmış kıyı. Otel, motel ve çadırlarda yansımış durgun, ışıltılı bir deniz. Ve insanlar… Denize, kuma, güneşe koşan. Gönül avına, keyif çıkarmaya, avunmaya gelen kimileri de. Çadırlarda ekmek- peynir – karpuzla doyanlar… Otellerde diskolu miskolu, etli sütlü yaşayanlar… Hüseyin, sulanmış asfalta çıplak ayaklarını basacak.

«Simiiit ağabeyler, taaaze simit…»

Uykusuzlar, bir de erkenciler ilk müşterileri olacak Hüseyin’in. Ardından çocuklar. Bütün gün oynadı, koştu, kumda evcikler yaptı, denize girdiler birkaç kez. Büyük çocuklar dilsiz oyunu, iskambilin her türünü, tavla, voleybol oynadılar. Ringo filmi seyrettiler yazlık sinemada, uykuda şimdi çocukların büyüğü, küçüğü. Hüseyin öğleye kadar dolaşıp duracak kıyıda Ağırlığını her elli kuruş biraz daha hafifletecek. Cebi şakır şukur edecek paracıklarla. Kâğıt paraları sağ, bozukları sol cebine koyacak. Sayıp duracak ikide bir paraları, simitleri. «Kaçırdım mı?», «Ne kadar oldu?» Meraktan kurtulacak. Ter boynundan sırtına, oradan daha aşağılarına inecek Hüseyin’in. «Şu camekânı bırakıp denize girsem. Serinlesem bir…» diye geçirecek içinden. Aklına Halil gelecek. Nasıl taşa tutmuşlardı çocuklar, hedef diye kırmışlardı camekânını… Sonra ne der, yüzüne nasıl bakardı Çakır Usta’nın?…

Soluğu fırında alacak Hüseyin, camekânı boşalınca.

«Tamam. Usta. Bezeleri ver şimdi de.»

Bir eksiğiyle yüz simidin hesabı tamam Birini, öğle yemeği niyetine yerdi.

Saçtan yapma, kararmış bir tabla. Tablada yüzerlik iki sıra beze. Peynir tatlısının beyazı, yumurta akı ile şekerden yapılmış!. Isıramazsın. Dağılıverir. Yumuşacık. Kıtır kıtır. Göz göz içi.

Öğlenin en bunaltıcı saatleri. Asfalt kaynayan bir tencere. Uzaktan bakıldı mı, buhar buhar… Hüseyin, yorgundur. Güneşi, ağırlığını taşıyamaz olmuştur çıpıl ayakları Gözleri nerde? Yerde, duyarlığını yitirmiş ayaklarında mı? Hüseyin Düşünceli… Babasını pek tanımaz o. Anımsar yalnız. İskele hamalıymış. Bir düşünüyor, iri yarı bir adam geliyor gözlerinin önüne. Kocaman elleri, ayakları. Arada sırada dizlerine oturtmaları bir de. Ağlayınca da fırlatıp atıvermesi bir köşeye. «Anne, babam kızgıncı mı?» diye sordukları. Öyle ya. Hep bağırır durur annesine. Bir gece sancılanmış, «karnım, karnım» diye iki büklüm olmuş. Kekik suyu istemiş annesinden. Geçmemiş. «Karın ağrısı değil mi, geçer» demiş. Şişeyi bitirmiş de durmamış ağrısı. Sonra ölüvermiş ertesi gün, kuşlukta. Apandisitmiş. Patlamış. Zehirlemiş kanını. Annesi öyle anlatırdı. Ablasına gelince, o yatalaktı, emik hastalığıymış onunki de. Bacakları inceldikçe incelmiş, cop gibi olmuş. «Hüseyin’im, bir sen varsın» der dururdu annesi. Yiyintileri köydeki tarladan geliyordu. Ortakçıları ne verirse harman sonu. Parayı Hüseyin kazanacaktı. Annesi de. O çamaşıra, temizliğe gidecek. Hüseyin simit, beze satacaktı. Okuyacaktı da bir yandan. Bu yıl ortaokul ikinci sınıfa geçmişti. Bir not daha olsaydı. «teşekkür» ile hem de.

«Bezeee … Kaymak gibi bezeee!…»

Günün ikinci banyosu. Yemeğin öğle uykusunda uyanmışlar, kumda sergi. Renk renk mayoların içinde, örtülerin üstünde kadın, erkek dizi dizi insanlar… Güneş gözlükleri, havlular, gazeteler, fotoromanlar, transistörlü radyolar… Mısır koçanları, karpuz kabukları… Ve kremler, boyalar renk değiştirmek için.

Gazinolar serin. Gazozlar, biralar soğuk. Çaylar demli, kahveler sıcak. Gazino küfür küfür…

Hüseyin durdu bu gazinolardan birinin önünde. Tablasını duvara iliştirdi. Bir bot görmüştü. Şişirme. Mavi. «Vakvak Kardeş» başlıklı. İçinde bir çocuk. Tombul, sevimli. Minicik kürekleriyle yüzdürmeye çalışıyordu botu. Hüseyin’in pir pır etti yüreği. Böylesi güzel bir botu hiç görmemişti. Dalıp gidiverdi bu oyuncağa…

İşte ne olduysa bu arada oldu. Bir keten helvacı sürdü arabasını Hüseyin’e doğru. Hüseyin’in yaşında bir çocuk. Arabanın camekânında tahta çubuklara sarılmış pembe renk keten helvalar asılı. Arabasını Hüseyin’in tablasına yaklaştırdı. İki adım kala durdurdu. Duvara uzandı, iki beze aldı tabladan. Bezelerden birini ağzına sokmuştu ki Hüseyin çıktı uykusundan.

«Napıyorsun Ali?»

Oğlan sırnaşık

«N’olmuş be» dedi, «iki beze aldıysak?»

«Ver bakalım parasını!»

«Ne parası? Sen de helva ye benden.»

«Yemem.» 

«Sevmez misin helvayı?»

«Severim ama yemem.»

«Seversin de neye yemezsin?»

Hüseyin kızmaya başlamıştı. Kısacık kesilmiş kara saçlarının, dar alnının açığa vurduğu yosunsu gözleri hırçınlaşmış, benekli yüzü kızarmıştı.

«Ver dedim sana!»

Oğlan yılışık.

Attı ikinci bezeyi de ağzına.

«Vermeyecem. Sen de helva al benden.»

Hüseyin, beze tablasını koydu duvara, yapıştı oğlanın yakasına. Oğlan Hüseyin’den gösterişli. Bir silkişte attı Hüseyin’i ileriye. Hüseyin dengeyi yitirdi, tablaya çarptı. Tabla ters döndü, duvarın dibindeki ıslak toprağa kapaklandı. Bezeler dağıldı ortalığa. Sen misin tablayı deviren… Deliye döndü Hüseyin. Sille tokat kapıştılar. Gazinodakiler şaşırmışlardı. Oyun masalarından kalkanlar, öne doğru koşanlar oldu. Bayanlardan biri:

«A…a… Deli vallahi bu çocuklar… Ayırın şunları, n’olur!» diye seslendi.

İri yarı, göbekli, ak saç, altın diş bir adam atladı duvarı. Girdi çocukların arasına.

«Napıyorsunuz be? Bırakın bakim köpekler gibi dalaşmayı!…» Güçlüydü. Yine de zor ayırabilmişti çocukları kavgadan. Hüseyin’in incecik bir kan çizgisi iniyordu burnundan dudaklarına, oradan çenesine doğru…

«Yemem demedim mi sana, yemem diye. Orospu çocuğu! Para toplayacağım ben…» Öteki tık nefes. Konuşamıyordu. Dışarı fırlamış gömleğini pantolonuna sokmağa çalıştı. Şaşkındı. Geldiği yöne sürdü arabasını.

Hüseyin eğildi, bezelerini toplamaya başladı. Aynı bayan söylendi bu kez. Hem de çevresine duyurarak:

«Hale bakın ,satacak bir de bunları!…»

O sırada bir ufaklık bitiverdi kadının yanında. Çocuk, bir çikolatayı tüketmedeydi. Döndü oğluna:

«Ben sana her zaman söylemez miyim sokak satıcılarından bir şey alma diye. Bak, satacak bunları bir de…»

Hüseyin ağlıyordu.