

Baba Muammer Yüzbaşıoğlu, Varlık 808, Ocak 1975
Sofra olarak kullandıkları bir büyük sininin çevresinde oturuyorlar. Sininin ortasında isli yanan bir gazyağı lambası. Önlerinde kırılmış birer öbek çekirdek. Ciyeyi kabuğundan ayırıyorlar.
Kimse konuşmuyor. Gözler, lamba ışığında fırdolayı dönen pervaneye kayıyor arada bir. Çocuklar sık sık esniyor, anneyle baba giderek küçülmeğe başlayan gözlerini kırpıştırıp duruyorlar. Dışarıda çıt yok.
Anne, uykusunu açmak istiyor çocukların.
«Yarın peynirli pide yapayım size. Kabuk alevinde iyi pişer.»
Kızın uyku akan gözleri ışıldıyor.
«Kıymalı yapsan» diyor oğlan bir daha esneyerek.
Tırnağının arasına kıymık kaçan anne sinirleniyor.
«Babanız et alsın da…»
Oğlan göz ucuyla babasına bakıyor. Baba suskun. Konuşsaydı, bir şeyler söyleseydi ya. Neyse susardı böyle hep? Gülmezdi de. Annesi kızardı bazan onun bu durgunluğuna. «Karagülmez» derdi. Oysa annesine yarı yardım. İçkisi yok, kahvesi yok. Evle daire arasında geçer yaşamı. Sobayı, tandırı o yakar, küllerini o alır. Çocukların aradıkları kalemi, defterleri, çoraplarını o bulur çıkarırdı. Ortalığı da toplardı. Yumuşak başlı. Kızmaz, onlara fiske bile vurmazdı. Anne, bu tutumuna da içerlerdi babanın. «Herif değil, şerif mübarek!» derdi. Baba susar, güler gibi yapardı kimi zaman da. Bir gün nasıl olmuşsa kızıvermişti karısına. O sıra, bir ilçenin özel idaresinde köy tahsildarıydı. Heybesini almış, «Ne haliniz varsa, görün. Ben gidiyorum. Bir daha da dönmeyeceğim» demişti. Arkasından koşmuş, gitmesin diye ağlamış, yalvar yakar olmuşlardı. Annelerinin sesi çıkmamıştı ya, o da kalakalmıştı merdiven başında.
Daireden çıkar çıkmaz bir koşuda ulaşmıştı çekirdekçilere.
«Hasan Emmi, bir çuval çekirdek ver bize. Ayıklayıp yarın getireceğiz» demişti. Soluk soluğaydı.
Hasan Emmi sakallı, tespihli, göbekli, kara şalvarlı, fötürlü bir yaşlı kişiydi.
«Babamın dairede işi var. Kendisi gelemedi.»
«Kim götürecek ya çuvalı?» diye gürlemişti adam. Mahallenin çocukları korkarlardı ondan. Bağırdı mı, yaprak gibi savrulurlardı her biri bir köşeye.
«Hasan Emmi; bu sefer biriyle yollayıversen bizim eve?»
Yollar mıydı oğlunun arkadaşı olmasa. Arkadaş olduklarından değil yalnız. Nüzhet’e ders verirdi. Matematiğe aklı ermezdi oğlanın. Beyaz yüzlü, kara gözlüklü bir çocuktu. Gözleri hastaydı. Ders çalıştırmağa gittiğinde çerez çıkarırdı annesi. Leblebi, üzüm, incir, kınalı şeker.
Kaysı çekirdeğinin kabuğunu ayırıp içinden ciyesini çıkarırken babasının elleri titriyordu. Bugün dairede farkına varmıştı ilk kez.
«Baba, elin neye titriyor?»
«Bilmem. Belki yorulmaktan oluyor.»
Yazan eli o kadar titriyordu ki, nerdeyse öteki eliyle bileğini tutması gerekecekti.
«Bu kâğıdı Hamdi Bey’e ver. Babamın selamı var, dersin. Cevabını da bekle.»
Hamdi Bey, yerli memurlardan. Aynı mahallede otururlar. Evleri çıkmaz sokakta. Kapıları açık kalınca içeriden fıskiyeli bir havuz görünür. Çevresinde renk renk çiçekler. Gramofon çiçekleri, hercailer, karanfiller, aslanağızları… Kendi evleriydi. Bir hanımı vardı. Güzel mi güzel. Kolları halka halka bilezik. Adam uzun boylu, sıska, öksürüklü, solgun yüzlü biri.
«Babamın selamı var» demiş, kâğıdı uzatmıştı. Bir «aleykümselam» beklemişti adamdan. Ağzından tek sözcük çıkmamıştı. Bir gülücük? Yüzü kıpırdamamıştı bile. Kâğıdı alırken yüzü buruş buruştu. İlk katını açmıştı. O sıra, köşede üst üste yığılmış kocaman defterlerin arasında oturan bir memur yaklaşmıştı tahsilât şefine. Ciltli, büyük, ancak kucakta taşınabilen bir defter açmıştı masaya. Aralarında bir şeyler konuşmağa başlamışlardı.
Ortaokul kasketini çıkarmış, sıkıntıdan sarı şeritli lacivert şapkasının armasıyla oynamağa koyulmuştu. Evden çıkarken unutmuştu da annesi yetiştirmişti arkasından. Giymeseydi, o da sopayı yiyecekti bugün. Müdür yardımcısı Şakir Bey, iri kıyım, asık suratlı bir adamdı. Çok yakışıklı bulurdu onu. Amerikalı bir film yıldızına benzetir, pek beğenirdi. Dayağı, küfürleri olmasa, sevebilirdi de. Okul bahçesinden sınıflara sırayla girilirdi. Merdiven başına dikilir, saçını uzatmış ya da kasketini giymemiş bir öğrenciyi görünce, elindeki kalın zincir parçasını indiri indiriverirdi adamın sırtına. Allah yarattı demezdi. Bir gün, teneffüste sınıftan çıkmadı diye, kulağına yapışmıştı. Kulağı bir mengeneye sıkıştırılmış gibi olmuştu. Ardından bir şamar. Sanki yanağına yapışıp kalmıştı eli. Acısından gözleri yaşarmış, koridora açılan kapıyı zor bulmuştu…
Tahsilat şefi tezkereyi masanın bir ucuna bırakıvermişti. Kocaman defterin üstüne eğilmiş, konuşmağa dalmışlardı. Babası da hep onu gönderirdi borç para istemeğe! Ayın yarısı olmadan başlardı bu tezkereler. Sonuna kadar böyle giderdi. Aybaşı olunca da ev kirasından başlanarak borçların dağıtımına gelirdi sıra. Para götürmek kolaydı, sevindiriciydi. İstemek, bir de boş çevrilmek hele, üzücü oluyordu. Kendisi istese ya! Utangaç, çekingen bir adamdı babası.
Coğrafya atlası da böyle ciltli bir kitaptı. Kırmızıydı yalnız, gıcır gıcırdı. Üstü yaldızla yazılmıştı. Kırmızı Kitabevi dedikleri kitapçıda satılıyordu. Vitrinde görmüştü. Coğrafya öğretmeni Müzeyyen Hanım, bayan öğretmenlerin en güzeliydi. Sarışın, uzun boylu, yeşil gözlü, saçları bukle bukle. En çok gülerken iki yanağında beliren çukurcukları, bir de kadife gibi yumuşak, sıcak sesini severdi. Şart koşmuştu, atlas getirmeyeni derse almayacaktı. Son uyarısıydı bu.
Gözleri masaya yayılmış kalın deftere takılıp kalmıştı. Büyük sayfalar hışırtıyla çevriliyor, parmaklar satırların üstünde dolaşıyordu. Hamdi Bey, bir sigara yakmak için kaldırmıştı başını defterden. O zaman göz göze gelmişlerdi.
«Dur» demişti memura, «çocuğu bekletmeyelim.»
Masanın ucundaki kâğıdın ikinci katını da açmış, okumasını tamamlamıştı. Neler yazmıştı ki babası sağdan sola? Kopya kalemiyle çiziktirilen kargacık burgacık yazıyla? Babacığı bu mektubu titrek eliyle yazarken epeyce sıkıntı çekmişti. Onun bütün gün bu güçsüz parmaklarla yazmaktan nasıl yorulduğunu düşünmüştü…
Gözü yeniden kayıyor babasının ellerine. İkisi de titriyor. Birden geliveriyor aklına: Elleri titriyor diye çıkarırlar mıydı babasını işinden? O zaman ne yaparlardı?..
Annesinin ellerine bakıyor. Parmak uçları, avuçları çizik çizik. Killi suda çamaşır çitileyen, külde bulaşık ovan, tandırdan sıcak ekmek çeken elleri annesinin. Babasının elleri titrek, yavaş, düşünür gibi. Bu eller daha bir çabuk. Kendi elleri en hızlısı. Çekirdek kabuklarının kesmesine, batmasına aldırmıyor, bir öbeği ayıklayıp ötekine geçiyor.
«Yok, oğlum» demişti babası, «Bugün alacak param yok.»
Tam dönüp gidecekken:
«Dur, bakalım» diye seslenmişti, «bekle biraz.»
Bir dosya kâğıdını ikiye katlayıp bir şeyler yazmıştı. Adam kâğıdı okumağa başlayınca, aklına geliveren bir duayı okumağa başlamıştı içinden. Bir yerinde takılmış, çıkaramayınca, Türkçe getirmişti arkasını. «İnşallah verir. Babam da üzülmez.»
Şimdi bile duyar gibi adamın kısık sesini:
«Ay sonu. Bende de yok. Olsa verirdim.»
Kâğıdı avucunda sıkmış, buruşturmuş, yanında çöp sepetine atıvermişti. İlk kez karşılaştığı bir durum değildi bu. Ne ki kimse çöp sepetine atmamıştı babasının mektuplarını. Ağırına gitmiş, ağlamaklı olmuştu.
Dışarıda odacıyla karşılaşmıştı. Babasının odası geniş, uzun koridorun öteki ucundaydı.
«Ne haber, Ahmet? Babanı mı arıyorsun?»
«Hayır!» deyip yürümüştü. Kaçıyordu sanki. İçi kabarmış, gelip bir şey tıkanmıştı boğazına. Çıksa, yaş boşanıverecekti gözlerinden. Ne diyecekti babasına? Kapıyı açmağa eli varmıyordu bir türlü. İri, sarı tokmağa yapışıp kalmıştı. Bir şey demedi, seninle kendisi konuşacakmış, desem? Görüşmeyecekti ama… Ne dediyse onu söylesem? İlkin koyun gözleriyle bakacaktı yüzüne, sonra başını eğecekti önüne ve her zaman yaptığı gibi dalıp gidecekti. Çare araştıracak, bir başka memur arkadaşından istetecekti belki de.
«Çare» geçince aklından irkilivermişti. Serin bir rüzgâr geçer gibi olmuştu terli sırtından.
Çevirmişti koca topuzu. Açmıştı hükümet konağının büyük oda kapılarından birini. Çekintisiz, babasına doğru yürümüştü. Babası geldiğini görmüştü. Gözü yolda olurdu zaten böyle zamanlarda. Ufak, esmer bir adamdı babası. Saçları döküktü, yanlarda kalanlar da iyice ağarmıştı. Küçük, kemikli bir yüzü vardı. Yaşlandıkça daha da ufalıyor, zayıflıyordu. Çıplak başı, üst dudağının çukuruna yerleşmiş minicik bıyığı, burnunun ucundan düşmeyen gözlüğüyle ne sevimli gelirdi babası ona…
Hamdi Bey’in dediklerini duyurmakta güçlük çekmemişti bu kez. Babasının durgun gözlerle bakması, susması, düşünmeğe varması da dokunmamıştı.
«Ben çaresini buldum» demişti babasına.
İnce, kansız dudakları aralanmıştı.
«Neymiş o?»
Babasının kulağına eğilmişti:
«Bu gece kaysı çekirdeği ayıklayacağız!›